Toplumcu Düşünce Enstitüsü
Tartışma Notu
TN-SIY/14-002
Hazırlayan: Dr. Deniz TANSİ
“17 ARALIK” SÜRECİ;
Yeni Hegemonya Girişimlerinde Hukuk ve Meşruiyet Krizi
Ülkemizde 17 Aralık’ta başlayan “yolsuzluk ve rüşvet operasyonu”, pek çok farklı yönden ele alındı. Kimi konuyu, ABD’nin Türkiye-İran arasında, “altın takasına” dayalı bir konu olarak ABD ambargolarını delen ticaretine yönelik dolaylı müdahalesine bağladı; kimi çevre Hükümet-Cemaat ilişkisi açısından fikirler yürüttü; kimi siyasi gözlemciler de konuya 2014’teki siyasi hesaplara dayalı yorumlar getirdiler.
Aslında altı çizilen tahminlerin, reel politikte, belli karşılıkları olduğunu görüyoruz. Hatta öyle ki, herbir başlığın gerçeğin belli bir parçasını ifade ettiğini rahatlıkla değerlendirebiliriz. Oysa kimse tüm bu gerçeğe yakın gerekçelere rağmen içinde bulunduğumuz vahim durumu henüz tam olarak tespit edebilmiş değil. Operasyondan sonra Başbakan, Gezi olaylarında olduğu gibi, şehir şehir gezip, mitingler düzenledi. Haziran 2013’te sayın Başbakan, Gezi eylemcilerini, kendi taraftarlarına şikayet ediyordu. Şimdilerde “ironi” konusu olan, evde tutulamayan “milyonlar”, artık başka bir benzetmeyle ele alınıyor. Aralık 2013’te ise Başbakan, polis ve savcıları halka şikayet etti. Üstelik ılımlı islam tasarımıyla koşut giden büyük müttefik ABD ve büyükelçisi de bu suçlamalardan payını aldı. Gezi’de de Batı suçlanmıştı, ki, meşruiyetin dış konjonktürde kırılan önemli ayaklarından biri de gelişme olmuştur.
Öte yandan iç dinamikler açısından konuyu mercek altına aldığımızda, Başbakanının geçtiğimiz dönemde gerçekleştirilen “Şike Operasyonu” sonucunda yapılan yargılamanın sonuçlarıyla birlikte yeniden değerlendirmeyi düşünebileceği; ve, bir adım öteye giderek bu sonuçların fiilen ve hukuken ortadan kaldırılmasını tercih edebileceği görülüyor. Sayın Başbakan burada neden olarak çok önemli bir noktadan hareket ediyor ve bizzat kendi ağzından “yargının içinde çete var” diyerek yargı kararlarının “güvenilmez” olduğu vurgulamasını yapıyor.
Dikkat edilecek olursa, herhangi bir yargılama sürecinde, hele konunun toplumsal-siyasal etkileri varsa, hukuki değerlendirmeler değil, siyasal vaziyet alışlar, iktidar partisi ya da Gülen Cemaati etkisi üzerinden tahminler yapılıyor. Bu sadece futbolda değil, Ergenekon, Balyoz dahil, vesayetin kaldırılması zemininde savunulan, toplu davaları akıllara getiriyor. Sözkonusu davalarda, “sabahın 5’inde insanların gözaltına alınması”, “medyayla hazırlık soruşturmasındaki gizlilik ilkesinin ihlali”, yine “medya yoluyla yargısız infaz” yakınmaları, “sahte deliller” suçlaması, bu sefer, siyasal iktidardan geliyor. Dönemin popüler ve emrine “zırhlı araba” verilen savcısı da şimdilerde siyasal iktidarın bu süreçte hedef noktasına getiriliyor.
Ergenekon’da, “Türkiye’nin barsakları temizleniyor” diyen, iktidar yetkilileri ve birtakım kalemşörler şaşkın. Sözde liberaller, Cemaat’le ana muhalefet arasında, kendilerine “yeni adresler” bulma peşinde. AKP-Gülen Cemaati arasında biten koalisyon o dönemde, “anciént regime” elitlerini tasfiye ederken, Fuller’in “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabı yok satıyordu.
Geldiğimiz noktada, yeni kurulmaya çalışılan hegemonya, tam da kendi yöntemleriyle krize girerken, kendi unsurları arasındaki “iktidar kavgası”yla “meşruiyet krizine” giriyor.
Bağımsız yargı, hukuk devleti gibi çoğulcu ve çağdaş demokrasinin -olmazsa olmazları- adli kolluk yönetmeliğinde yapılan acele ve kuvvetler ayrılığı ilkesini zedeleyen değişikliklerle bir kez daha yara alırken, Danıştay “yürütmeyi durdurma” kararı verdi. TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in, mahkemelerin bağımsızlığı hakkındaki “Anayasa’nın 138.maddesi çökmüştür” sözü, birtakım maddeleri işlevsiz kalmış bir anayasal düzen çağrışımı yaptı. Artık meşruiyet krizinin ötesinde, bir “meşruiyet çöküntüsü” algısı, devlet protokolünün “2. sırası” tarafından bizzat ifade edilmiş oldu. Türkiye Barolar Birliği Başkanı Prof.Feyzioğlu’nun Cumhurbaşkanı ve Başbakan nezdindeki girişimleriyle, hükümetçe olumlu yaklaşılan Ergenekon, Balyoz, ve Şike davalarındaki “yeniden yargılama” ya da “yeni yargılama” zemini, yaşanan süreçte “hukuk devleti”, “bağımsız yargı” süreçlerinin sözkonusu olmadığını, siyasallaşmış bir yargı mekanizmasının pratikte var olduğunu ortaya koyuyor.
Tüm bu yaşananlar çerçevesinde, soru işaretleri şurada yoğunlaştı.
Yıllardan beri devlet içinde “paralel devlet mekanizmaları”nın oluştuğunu reddeden Başbakan, “yargı içinde çete var” diyorsa, bu hegemonyanın tam da meşruiyet göbeğinden yapısal bir kriz içinde olduğunun tespitidir. Peki sade vatandaş, hukuka güvenemeyecek ise nereye güvenecek?
Bu soru ülkenin içinden geçtiği dönemde yurttaşların her birinin tek tek geleceğini ilgilendiren en temel soru olarak uzun zaman gündemin en üstündeki yerini koruyacaktır.