Toplumcu Düşünce Enstitüsü
Tartışma Notu
TN-SIY/14-003
Hazırlayan: Prof. Dr. Hurşit GÜNEŞ
2013 yılı: Yargı krizi? Örtülen yolsuzluk mu?
Geride bıraktığımız 2013’e nasıl bakacağız? Türkiye’de 2013 yılında öylesine toplumsal sürtüşme ve gerginlikler yaşandı ki, iş sonunda geldi bir devlet krizine kadar dayandı. Siyasal aktörler şimdi bu krizi sistem ya da yapı üzerindeki belli değişikliklerle aşmaya çalışıyorlar. Oysa bu yazının sonunda ortaya koymaya çalıştığımız gibi, aslında sorun sistemden değil, gücü elinde bulunduranın siyasal tutum ya da telakkisindeki sorundan kaynaklanıyor.
Kabul edilmelidir ki, 2002-2006 döneminde Türkiye AB ile yakınlaşmış, yüksek ekonomik büyüme sağlamış, iktidar da toplumsal gerginliklerden kaçınarak kendisini desteklememiş olanlara empati göstermiştir. Nitekim bu süreçte AKP’nin oyları sürekli artmıştır. Ancak 2008 yılında gelişen küresel krizin ardından, düşen ekonomik büyüme ile açılan kapatma davası gibi tehditler AKP hükümetini aşırı ölçüde öfkelendirdi. Belki o tarihte bu öfke hissedilmedi ama 2010 referandumu ve 2011 seçimlerinden sonra yüksek oy performansının sağladığı güvenle, hükümet yaşanan gelişmelerin rövanşını aramaya koyuldu. 2013 yılı işte bu öfkeli sürecin artık küpünü aşındırmaya başladığını, krize dönüşen bir aşamaya gelindiğini gösteriyor.
2013 yılına baktığımda aklımıza gelen temel gelişmeler şunlar;
- Barış süreci
- Reyhanlı’da patlama
- Gezi parkı direnişi
- İstanbul’da başlayan yolsuzluk operasyonu
Bu dört gelişmenin bir diğerini etkileme ya da doğurma etkisinin olup olmadığı tartışılabilir. Başbakan Erdoğan’a göre Barış sürecini kıskananlar çeşitli olayları yaratıyor ya da kışkırtıyor. Bu nedenle olaylar arasında bir bağ var. Bize göre ise, asıl büyük benzerlik tüm bu olaylara karşı hükümetin tutumunda.
Yılbaşında Türkiye’de hükümet tarihsel açıdan çok önemli, bir o kadar da riskli bir süreç başlattı. Hükümet istihbarat örgütü (MİT) aracıyla PKK’nın lideri konumunda olan Abdullah Öcalan’la sürdürdüğü müzakerelerin belli bir noktaya vardığını görünce, BDP temsilcilerinin Öcalan ile görüşmesini sağladı. Bu görüşmede Öcalan PKK’nın silahlı güçlerine sınırların dışına çıkmaları çağrısında bulundu. Ardından terör örgütüyle varılan uzlaşmanın toplumda tepki çekmemesi için “akil adamlar” adını taşıyan heyetler ülkenin çeşitli noktalarında kamuoyunu oluşturmaya çalıştı. Ancak müzakerenin içeriğini halk bilmediği için bundan pek tatmin olmadı; ancak bu konudaki toplumsal direncin de fazla uzun ömürlü olmadığı görüldü.
Mayıs ayındaki ardı ardına iki olay tam bir kırılma yarattı. Önce Reyhanlı’da bir patlama oldu ve 52 yurttaşımız yaşamını yitirdi. Fakat bu patlama bir muamma olarak kaldı. Şu anda Adana’da görülen davada patlamanın ardındaki bir takım derin ilişkiler olduğu seziliyor. Ancak konu tam anlamıyla aydınlanmış değil, çünkü süreç kamuoyundan saklanıyor. Diğer yandan, Başbakan’ın ölen yurttaşların mezhepsel kimliklerini açıklaması zaten bölgede kırılgan ve hassaslaşmış olan toplumsal yapıyı büsbütün germiş bulunuyor.
Hemen ardından, Gezi parkı çerçevesinde çok önemli ve uzun süren bir sivil direniş başladı. Gelişen bu olayları 28 Temmuz 2013 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde kaleme almış ve bu direnişi modernleşmeci aydınların muhafazakâr iktidarın baskılarına karşı bir toplumsal tepki olarak nitelemiştik. Gezi direnişi kuşkusuz dünyada ses getiren bir gelişme oldu. Çünkü sivildi ve sadece kamuoyu duyarlığı sağlamaya çalışıyordu. Oysa hükümet bunun karşılığında demokratik bir iletişim aramak yerine olaya sert (drakonyen) tedbirlerle yaklaşınca 8 binin üzerinde yurttaş yaralandı, bazı gençler görme yeteneğini, 6 genç de yaşamını yitirdi. Hükümetin bu olaylar karşısında da suçlayıcı bir eda içinde olması, tıpkı diğer gelişmelerde olduğu gibi toplumsal gerginliği artırdı.
Reyhanlı’da patlayan bombanın arkasında elbette dış güçler olabilir.. Ancak, bunun ortaya çıkması için önce hangi güdüyle bu işin yapıldığının anlaşılması gerekir. Tıpkı kriminolojideki gibi, katili bulmak için maktulün ölümünden yarar sağlayanın bulunması şarttır. Bize kalırsa bu bombanın ardında ne ABD, ne de Suriye aranamaz. Çünkü her iki ülke de Türkiye’nin kışkırtılarak Suriye topraklarına girmesini istemeyeceğine göre gözler başka yöne, Türkiye’nin içeriye girmesi ya da sokulmasından yarar umanlara çevrilmelidir. Hükümet Gezi direnişinin de ardında dış güçlerin olduğu iddiasında olmuştu. Gezi direnişinden hangi ülkenin menfaati olabilir ki? Eğer bu iki olay arasında bir ilinti ya da benzerlik aranacaksa, bu ancak buyurgan ve baskıcı bir iktidarın kendisine karşı olan toplumsal kesimlerle antagonizma yaratarak olayları sürekli tırmandırmasında bulunabilir.
Sadece içeride değil, bu hükümet Suriye’de hatta tüm Orta-doğuda müttefiklerden farklı bir dış politikayı sürdürdü. Bu politika ise gerginlikler üzerine yapılanan bir yaklaşımı içeriyordu. Örneğin, Temmuz ayında Mısır’da bir darbe ile Cumhurbaşkanı Mursi görevden uzaklaştırıldı. Seçimle işbaşına gelmesine rağmen, siyasal meşruiyeti tartışmalı hale gelmiş olan Başkan Mursi’nin devrilmesi, Başbakan Erdoğan’ın çok sert eleştirilerine neden oldu. Hatta bunu öylesine bir obsesyon haline getirdi ki, sonunda Mısır’ın yeni yönetimiyle Türkiye’nin ilişkileri neredeyse kopma noktasına geldi.
Hükümetin, Irak ya da İran ile yahut da terörist sayılan Filistinli Hamas örgütünün lideriyle ilişkisi de batılı müttefiklerine nispet yaparcasına, hatta kimi zaman meydan okuyan bir tutum sergiledi. Nükleer araştırmalar yapan İran’a dış ticaret ambargosu koyan batılı ülkeler bunun Türkiye tarafından aşıldığını belirleyince defalarca ikazda bulundu. Çünkü bu ABD’nin İran ile müzakeresinde elini zayıflatıyordu. Buna rağmen kasım ayı sonunda İran ile anlaşmaya varıldı.
Gerek Kürt sorunu, gerekse toplumdaki mezhepsel gerginlik Ortadoğu’da izlenen politikadan soyutlanamaz. Türkiye’nin bölgede izlediği politikalar, hem Kürt sorununda kalıcı çözümü riske atmakta, hem de içyapısında barındırdığı mezhepsel duyarlılığı daha da kaygı verici bir noktaya sürüklemektedir. Üstelik müttefiklerle de ilişkileri bozmaktadır. İşte bu nedenle Türkiye bölgede artık büyük ölçüde yalnızlaşmıştır.
Mayısın son haftasında ABD FED Başkanı Ben Bernanke ekonomide kalıcı canlanmayı gördükleri takdirde parasal genişlemeyi yavaşlatacaklarını açıkladı. Bunun üzerine gelişmekte olan ülkelerden yatırımcı kaçışı başladı. Dış açığı çok yüksek olan Türkiye ise bundan fazlasıyla etkilendi. O tarihten bu yana TL yüzde 22’nin üzerinde değer kaybetti.
Ekonomide durgunluk emareleri görünürken, gerek Reyhanlı bombasında, gerekse Gezi parkı direnişinde toplumsal açından son derece sekter davranan hükümet, yukarıda özetlemeye çalıştığımız dış politika hüsranıyla da karşılaşınca rejim kırılgan hale gelmiştir. Çünkü karşısına çıkan sorunlar karşısında iktidarın yargı ya da yasama gibi dengeleyici unsurlarını baskı altına alması, ya da dolaylı bir denetim mekanizması olan medyayı düzenlemesi sonucu toplumsal uzlaşma güdüsünü yitirilmiş, kontrolden çıkılmıştır. Her türlü iktidar denetimi vesayet olarak görülürse iktidar kuşkusuz bir istibdat oluşturur. Bu ise kaçınılmaz olarak bugün geldiğimiz krizi yaratır.
Mücadele: devletin içindeki cemaatle mi, yolsuzlukla mı?
Başta CHP olmak üzere, birkaç yıldır muhalefet AKP’nin devletin tüm kurumlarında siyasallaşma (Cemaat egemenliği) getirdiğini sesli biçimde dile getiriliyordu. Şimdi bunun bir yolsuzluk iddiasıyla beraber ortaya çıkması son derece manidar.
Bizzat bu iktidar Gülen Cemaatini devletin ve bürokrasinin içinde örgütlemedi mi? Örgütlediğini bizzat Başbakanın kendisi itiraf etti. Ama her alanda tam itaat bekleyen siyasal otorite, bu yapının tam olarak kendisine bağlı olarak görmediğinde onu tasfiyeye yöneldi. Elbette çağdaş ve özgür bir toplumda her türlü cemaat ya da tarikat olabilir. Hatta devlet bunların özgürlüğünün teminatını sağlar. Tıpkı diğer sivil toplum örgütleri gibi.. Ancak demokratik hukuk devleti sadece kendi hiyerarşisi içindeki iktidardan talimat alır. Bunun dışındaki bir yapılanma ise başta laik devlet ilkesine ters olduğundan mutlaka ayıklanması gerekir..
Hükümetin son birkaç gündür çeşitli taraflarla görüş alış verişine girdiği gözleniyor. Hatta muhalif bazı sivil toplum örgütleri Ergenekon ve Balyoz davalarından mahkûm olanların tahliyesi için önerileri dile getirdiler. Başbakan’ın da isteği bu yönde.. Çünkü böylece bir yandan bu talepleri karşılarken, bürokraside ve yargıda kendisini koruyacak olan gerekli düzenlemeleri yapacak. Oysaki bu adımlar devlet krizini çözmeyecek. Mahkûm edilen bazı subay ve aydınların tahliyesi sağlanacak, bu arada bürokrasideki Cemaat unsurları temizleyecek. Yolsuzluklarla ilgili davalar da Cemaatin düzmecesi olarak görülecek. Oysaki temel sorun hükümetin çeşitli toplum kesimlerine anlayışla yaklaşmaması ve baskısından kaynaklanıyor. Demokratik sistem daha etkin çalışabilse, mahzurlu yapılar da devletin içinde oluşma olanağı bulamazdı.
Yolsuzluklar önemli. Hükümet beraat edecek güvene sahipse yargıdan kaçmamalı. Eğer toplumsal hafıza ve siyasal gündem bu yoksuzlukları atlarsa Türkiye’ye büyük kötülük yapılmış olur. Bir ülkede Genel Kurmay Başkanı terör örgütü kurmak gibi bir delice suçlama karşısında yargıya gidip teslim oluyorsa, başbakanın oğlu da teslim olmalıdır. Tıpkı her sade vatandaş gibi.. Olmuyorsa ne hukuktan, ne de demokrasiden söz edilemez. O zaman tuz kokmuştur! Şunu da ekleyelim, Balyoz davasının yeniden yargıya gelmesi, Ergenekon davasının da bozulması için Başbakan ile müzakere asla kokan tuzun üstüne örtülen örtü olmamalıdır!