Türk Uzun Erimli Füze Savunma Sistemleri Kararı: Bir Fırsat Penceresi mi? Yoksa?

Türk Uzun Erimli Füze Savunma Sistemleri Kararı: Bir Fırsat Penceresi mi? Yoksa?

Türk Uzun Erimli Füze Savunma Sistemleri Kararı:

Bir Fırsat Penceresi mi? Yoksa?

Savunma Sanayi İcra Komitesi, SSİK’nin 26 Eylül 2013 tarihli toplantısında Türkiye’nin uzun erimli hava savunma gereksinmeleri ile ilgili olarak geliştirilen T-LORAMIDS (Türk Uzun Erimli Füze Savunma Sistemi) projesi için uzun zamandır yürütülmekte olan ihale süreci konusundaki karar açıklandı.  Bu karar çerçevesinde, Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda kullanıma alacağı uzun erimli hava savunma sistemlerinin Çin Halk Cumhuriyeti kökenli CPMIEC firmasından tedarik edilmesi kararlaştırıldı. Karar, geleneksel olarak bu konularla ilgili savunma ve dış politika çevrelerinde büyük ilgi çekerken ciddi tepkilere de yol açtı.  Kararın zamanlaması, niteliği ve içeriği ilgili kamuoyu nezdinde derhal tartışılmaya başlandı.   Bu kararın NATO üyesi bir ülke tarafından bu dönemde alınmış olması, konunun ayrıca önemli ölçüde yadırganan bir boyutu olarak vurgulandı. Hatta kararın NATO ile ilişkili boyutunun, yadırganmanın da ötesinde, Türkiye’nin müttefikleri ile ilişkilerini uzun yıllar etkileyecek çok daha derin izler bırakabilecek, sonucunda da hem NATO’da, hem de Türkiye için temel konsept değişikleri getirecek derin etkileri olacağının kaçınılmaz olacağı konuşulmaya başlandı.

 

Hızla gelişen bu tartışmalar da gösteriyor ki, bu kararın Türkiye’nin yanlızca askeri politikalar alanında değil, dış politika alanında da, ekonomik alanda da ciddi sonuçlar doğuracağı kuşkusuz.  Ancak bu kararın teknik değerlendirmelerin ötesinde bir boyutu daha olduğunu teslim etmek ve tartışmaların özünü bu bağlamda değerlendirmek büyük önem taşıyor.  Unutulmasın ki Türkiye, bugünkü coğrafyası üzerinde mirasçısı olduğu siyasi tarih de dahil olmak üzere, yaşam biçimi olarak tercihini Batı’dan yana yapmış bir toplum.  Dahası, bu tercihini de zaman zaman çelişki gibi algılanan tüm kültürel, sosyal, inançsal ve benzeri özelliklerine rağmen ve de bu özellikleri ile birlikte belli bir uyum içinde yaşayagelmiş bir toplum.  Türkiye’nin dışarıya karşı da, kendi içinde de yaşadığı bu uyumun bölgesinde ve daha geniş küresel çevrelerde gördüğü özellikli muamelenin ve vazgeçilmez bir güç unsuru olarak değerlendirilmesinin özünü oluşturduğunu biliyoruz.

 

Dolayısı ile bir NATO ülkesi olarak Türkiye’nin ileri teknoloji ve en üst düzeyde uyumluluk gerektiren bir alanda NATO-dışı bir kaynaktan savunma sistemleri tedarik edecek olmasının tek başına teknik bir karar olarak değerlendirilmesinin yeterince kapsamlı bir yaklaşım olmadığı çok açık.  Bu konudaki tartışmanın, zaman, zemin, içerik, herşey ile birlikte, ama esas olarak Türkiye’nin asırlarla izlenebilecek yaşam biçimi konusundaki temel tercihlerinde, yüzünü farklı bir yöne dönmeye başlayıp başlamadığı sorusu üzerinden yürütülmesi daha anlamlı görünmektedir. Bir adım daha öteye gidilirse, belki de bu tartışmaların son dönemde ortaya atılan “değerli yalnızlık” kavramı ile bağlantılı olarak yürütülmesinin daha anlamlı sonuçlar verebileceği değerlendirilmelidir.

 

 

Kararın Bağlayıcılığı, Resmi Niteliği:

 

Bütün bu sorular ve kavramlara girilmeden önce, öncelikli bazı çevrelerde dile getirildiği gibi bu kararın “taktik” bir karar olmadığının, olamayacağının anlaşılması gerekir.  Karar Türkiye’nin konu ile ilgili en üst resmi devlet organı olan Savunma Sanayi İcra Komitesi kararıdır.  Bu komite öyle sıradan, iş olsun diye oluşturulmuş bir organ olmayıp, Türkiye’nin savunma sanayi alanında Kıbrıs Müdahalesi günlerinden buyana yürütülen bir “ulusallaşma” politikası çerçevesinde, en son 1985 yılında geçen 3238 sayılı kanuna dayalı olarak çalışan bir organdır.  Bu organ tarafından verilen kararlar nihai nitelikte olup, Savunma Sanayi Müsteşarlığı tarafından yürütülmektedir. 26 Eylül’de alınan tedarik kararı 2007’den buyana konsept, talep, teknik değerlendirme, ihale, ihale değerlendirmesi, vb. çok ayrıntılı aşamalarda geliştirilen stratejik bir sürecin son aşamasıdır.  Karara bu süreç ışığında bakıldığında, sonucun “taktik” adımdır diye hafife alınması veya sudan nedenlerle değiştirilebileceğinin düşünülmesi, Türkiye’nin uluslararası konumu ve devlet organlarının işleyişine olan güven konusunda ticari ve teknik kaygıları kat kat aşan bir zarara neden olacaktır.  Türkiye’nin ciddi bir devlet olarak, hele de aynı alanda farklı projelerin de halen yürütüldüğü bir ortamda bu maliyetleri göze alması düşünülemez.  Sonuç itibarı, kararın anlık olarak alınmış, hafif ve kolaylıkla eğilip bükülemeyecek bir karar olduğunun kabul edilmesi ve stratejik bir tercihin ifadesi olarak değerlendirilmesi esas olarak değerlendirilmektedir.

 

 

İhtiyaç Değerlendirmesi:

 

Kararın alınması ile birlikte başlayan tartışmalarda, bu kararla tedarik edilmesi öngörülen sistemlerin gerçek bir ihtiyaç sonucu belirlenip belirlenmediği konusu gündeme gelmiştir. Burada belirlenen kara-konuşlu uzun erimli hava savunma sistemleri, Türk Silahlı Kuvvetlerinin mevcut taktik hava savunma kabiliyeti içinde eksik kalan bir unsurun tamamlanması olarak görülmektedir.  Bölgemizdeki diğer ülkelerin hava taarruz kapasitelerindeki gelişmeler, Türkiye’nin de hem menzil, hem irtifa, hem de tespit ve imha teknolojileri olarak gelişmişlik düzeyi daha yüksek imkanları edinmesi konusunu gündeme getirmiştir.  Buna ek olarak, elektronik savaş gibi daha farklı çatışma alanları yanında, çatışmanın olabildiğince sınırların ötesinde karşılık bulmasına dayalı taktik konsept öngörüleri de, kara-konuşlu olarak ortaya yeni çıkan ihtiyaçların daha etkin olarak karşılanmasını gerektirmiştir.  Buraya kadarki anlayış, konuya dışarıdan gözlemci ve akademisyen düzeyinde bakıldığında görülen bir yaklaşımı ifade etmektedir.

 

Belli bir siyasi iktidar dönemini aşan sürelerde oluşan bu anlayışın yanlızca bir dönemin düşünce ve kararlarına bağlı olarak değerlendirilmesi gerçekçi değildir.  Savunma alanındaki diğer karmaşık ve hassas süreçlerde olduğu gibi,  bu konudaki ihtiyaç tespiti ve talep kararların da gerçekçi ve anlamlı olarak değerlendirilmesi ancak stratejik ve teknik düzeyde yeterli bilgi ve donanımına sahip uzmanların katkıları ile gerçekleştirilmelidir.  Bugün hava savunma alanında gelişen durumu, 19.Yüzyıl sonlarında Osmanlı’nın deniz gücü konusundaki girişimlerine benzetmek mümkündür.  Anılan dönemde Abdülhamit tarafından başlatılan programların ancak yıllar sonra İttihat ve Terakki döneminde ilk hedeflenen gerçek güç düzeyine eriştiği tarihsel bir olgu olarak bugüne ışık tutan bir örnektir.

 

Geleceğe dönük olarak ve sistem açısından bakıldığında, bu alanda parlamento temsilinin de yer alacağı özel platformlarda yürütülecek karar çalışmalarının daha anlamlı ve sağlıklı sonuçlar verdiği bilinmektedir. Bu anlayışa ayrı bir not olarak değindikten sonra, sonuç itibarı ile kamuya açık olan pekçok strateji dökümanında da ortaya konulduğu şekliyle, SSİK tarafından karara bağlanan hava savunma sistemlerinin mevcut ihtiyaç yapısı içinde gerekli ve tamamlayıcı bir unsur olarak kabul edilmelidir.   Konu çok farklı başka tartışma başlıkları içermekle birlikte, bu kabulun SSİK kararının özü ile ilgili bugünkü tartışmanın esas çerçevesinin dağılmaması açısından önemli ve yararlıdır.

 

 

Tedarik Edilecek Sistem:

 

T-LORAMIDS projesi çerçevesinde tedarik edilecek olan Çin Halk Cumhuriyeti menşeili sistemler, HQ-9 olarak tanımlanan etkin radar sistemleri barındıran yeni nesil orta ve uzun erimli hava savunma sistemleridir.  SSM bu karar ile ilk aşamada bu sistemlerden 12 batarya tedarik edecektir.  HQ, Çincede “kırmızı bayrak” anlamına gelen “hong qi” sözcüklerinin kısaltması olup, hem deniz unsurları, hem de kara unsurlarına dayalı savunma füzeleridir.  Bu sistemlerin Sovyet dönemi SS-300 serisi füzelerden yola çıkılarak geliştirilmiş olması, bu sistemlerin savunma camiasında “çakma SS-300” olarak anılmasına da neden olmuştur.

 

CPMIEC tarafından geliştirilen füzelerin Türkiye’ye ihracat için önerilen serisi FD-2000 sistemleri olup, bu sistem Çince “fang du” olarak ifade edilen “savunma kalkanı” kabiliyeti de taşımaktadır.  HQ-9 sınıfı füzeler 200 km. erimli olup, algılama, tanımlama ve benzer imkanlara yönelik radar özellikleri yanında, görünmezlik (stealth) özelliği taşıyan hedeflere yönelik tespit kabiliyetlerine de sahiptir.  Burada belirtilen özellikler diğer üreticilerin önerdikleri sistemlerle bir karşılaştırma amacı ile değil, tedarik kararı alınan sistemin biraz daha yakından tanınmasına yönelik genel bir bilgi olarak verilmiştir. Yukarıda da belirtildiği gibi, bu tür karşılaştırma ve değerlendirmelerin bu konuda yeterli birikim ve teknik donanıma sahip uzman kadrolarca yürütülmesi esastır.

 

 

Kritik Karar Kıstası: Nitelikli Teknoloji Transferi Fırsat

 

Karar geniş bir açıdan değerlendirildiğinde ortaya en kritik karar kıstası olarak “Teknoloji Transferi” konusunun çıktığı görülmektedir. Bu çok önemli. Alınacak olan FD-2000 sistemlerinin CPMIEC ve SSM ile ortak üretim sistemleri olarak geliştirilmesi planlanmaktadır.  Burada önemli olan, projenin yanlızca kaba donanıma yönelik bir ortaklık olmayacağı, ortak platformun yazılım ve kaynak kodlarının temini düzeyinde de bir ortak üretim kurgusu içermekte oluşudur.  Yani bu ortak çalışma sonucunda iki konuda Türkiye’nin imkanları en üst düzeyde gelişmiş olacaktır: Türkiye, 1) kaynak kodlarına sahip olunması dolayısıyla, mevcut diğer sistemlerle bütünleştirmek için ara yüz ihtiyacını Türkiye doğrudan sağlayabilecek; 2) benzer sistemlerin gerçekten üretimi, geliştirilmesi ve hatta başka pazarlara satışı konusundan bir kapasite oluşturulabilecektir.  Bu imkanların ise uzun yıllardır oturtulmaya çalışılan “ulusal savunma sanayi” hedefi ile tam uyum içinde bir durum oluşturduğu görülmektedir.

 

Bu karar aynı zamanda Teknoloji Transferi konusunun SSM açısından ne denli yüksek öncelikli bir kıstas haline geldiğinin de somut bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.  Dış politika, ekonomi politikaları, finansman imkanları gibi diğer bütün analizler karşısında dahi teknoloji transferi konusunda tüm maliyetlerin göze alınabileceği bir kapasitenin oluştuğu, güce erişildiğinin düşünüldüğü; bundan hareketle de Türkiye’nin bundan böyle  “kendi oyununu kendi kurmasının zamanının geldiği” yönünde bir irade oluşturduğunun düşünüldüğü sonucu çıkartılabilir.

 

Bu kararla gündeme gelen bir başka konu da, tedarik edilecek yapıda yer alan radar sistemlerinin tümü olmasa da belli bir bölümünde ASELSAN tarafından hali hazırda geliştirilen bazı radar kabiliyetlerine de genel konfigürasyonda yer verilmesinin mümkün olduğu bir çalışma düzeninin oluşturulması imkanlarıdır.  Bu konunun kamuoyu önünde de özellikle hassas bir alan olduğu hatırlanırsa, SSİK tarafından verilen kararda “teknoloji transferi ve geliştirme” kıstasının ne denli kritik bir önem taşıdığı ayrıca ortaya çıkacaktır.

 

 

Farklı Kıstaslar-I: Müttefiklerle Güven Aşınması

 

Bir diğer bakış açısına göre, alınan kararın daha siyasi açıdan değerlendirilmesi mümkündür.  Burada gündeme gelen düşünce, Türkiye’nin İttifak bünyesinde kendisini tam güvende hissetmediği ve NATO ilişkisinin geleceğine olan güveninin zayıfladığı yönünde giderek kuvvetlenen bir ilişki algılamasıdır.  Batı İttifakı’nın son zamanlarda Libya, Mısır, Suriye, daha önceleri K.Irak konularında Türkiye’nin yakın savunma ihtiyaçları karşısındaki mesafeli tutumlarının alternatif güvence arayışlarına yol açtığı düşünülebilir.  Bu arayışlar çerçevesinde Türkiye’nin konseptten üretime tüm savunma mimarisinin tek bir ittifaka bağlı kalmaya dayalı model yerine daha “hybrid” yapılar içinde, hem anlayış hem de uygulama olarak daha birbirini dengeleyen ve denetleyen yapılar üzerinden yürütülmesi anlayışına geçiliyor olabilir.

 

 

Farklı Kıstaslar-II: Yeni İttifak Arayışları

 

Yukarıda yapılan değerlendirme bir adım öteye götürülürse, alınan karar Türkiye’nin bir vadede son 70 yıllık İttifak ilişkilerini yeniden yapılandırmak ve gerektiğinde yeni ortak savunma platformları üzerinden, yeni bir küresel düzen içinde başat bir role talip olunması anlamına da gelebilir.

 

Türkiye, siyasal iktidarın ağzından mevcut uluslararası düzenin işleyişi ve işlevleri konusundaki şikayetlerini, eleştirilerini ve açık hoşnutsuzluklarını son zamanlarda giderek daha yüksek sesle ve daha geniş kamuoyu önünde dile getirmektedir.  Öyle ki, yeri geldiğinde inanç temelinde biraraya gelebilecek ekonomik, siyasi, sosyal ve askeri ittifakların oluşturulması konusunu dahi zaman zaman gündeme gelmektedir.

 

Bu kararın, öngörülen yeni küresel düzen ve Türkiye’nin bu düzende alması hedeflenen önderlik rolünün pekiştirilmesi için bir fırsat olduğu, yeni küresel hedeflere giden yolda önemli bir kilometre taşı olarak görülmüş olabilir.

 

 

Farklı Kıstaslar-III: Seçeneksizlik

 

SSİK kararının beklenmedik bir şekilde NATO_dışında bir tedarikçi ülkeden yana sonuçlanmış olmasının iki konuda ele alınabilecek bir “seçeneksizliğin” ifadesi olarak değerlendirilmesi de mümkündür.  Bunlardan biri ihale sürecinin kendisi ile ilgili “teknik” bir seçeneksizliktir.  Şöyle ki, CPMIEC teklifinin diğer teklifler yanında en fazla müzakereye açık ve süreç içinde de en serbestçe müzakere edilebilmiş bir teklif olduğu bilinmektedir.  Burada müzakerelerin yalnızca işin maddi boyutları ile ilgili değil, özellikle ortak-üretim ve geliştirme alanlarında zorlandığı anlaşılmaktadır.  Ortak-üretime konu unsurların nitelikli teknolojileri içermesi bu müzakerelerin en kritik aşamasıdır.  Ancak gene anlaşılmaktadır ki, alternatif teklifleri veren tedarikçiler süreç içinde bu konuda asgari ölçülerde bir diyalog talebine gereken karşılığı vermemiş, hatta belki de bilinçli olarak ilgisiz bir yaklaşım içinde olmuşlardır.  Bu durum da Türkiye tarafındaki karar vericilerin seçeneksiz bir konumda kalmalarına neden olmuş ve masadaki tek seçeneğin değerlendirilmesi dışında bir karar imkanı kalmamıştır.

 

Bir diğer alan ise, Türkiye’nin son yıllarda Batılı müttefiklerinin yeni gelişen tehdit algılamalarına ters düşen, bu algılamaları temelinden sorgulayan bir tavır almasından kaynaklanan “siyasi” bir seçeneksizliktir.  Burada belirtilen siyasi uyuşmazlık durumunun en belirgin ortaya çıktığı tarihi 2010 Lizbon Zirvesi olarak kabul etmek mümkündür.  Türkiye bu Zirve’de NATO Ortak Savunma Planlaması çerçevesinde konuşlandırılacak olan füze savunma sistemlerinin özellikle İran açısından bir tehdit oluşturmaması yönünde bir diplomatik süreç yürütmüş, hatta İran ile ilgili müzakere aşamalarında açıkça İran’dan yana bir tavır ortaya koymuştur.  Bu durum karar müzakerelerinde başta A.B.D. olmak üzere Fransa ve Almanya tarafından Türkiye aleyhine özellikle not edilmiştir.  Sonuçta da radar sistemlerinin A.B.D. denetimi altında İran’a yönelik olarak konuşlanması ile ne karar süreçlerinde Batılı müttefikleri tatmin eden ne de karar sonrası Bölge’de İran ve Rusya’nın hoşnut oldukları bir fiili durum ortaya çıkmıştır.  Türkiye’nin yakın çevresi ile 2010’da somut olarak başlayan siyasal-diplomatik uzaklaşmasının, T-LORAMIDS projesindeki seçeneklerini değerlendirirken farklı bir seçeneksizliğe dönüşmüş olduğunun düşünülmesi pekala ihtimal dahilinde görülmektedir.

 

 

Farklı Kıstaslar-IV: Maliyet Unsuru

 

Kararlaştırılan satın almanın çıplak maliyetinin alternatif tekliflere göre yüzde 25 bir maliyet avantajı olduğu bilinmektedir.  Ancak nihai getiri-maliyet analizlerinin yapılması için çıplak maliyetlerin üzerine off-set ve ortak-üretim unsurlarındaki katma değerli ekonomik getirilerin de değerlendirilmesi esastır.  Bu durumda, kabul edilen teklifin diğer tekliflerle bire bir karşılaştırılması yapılması gerekli veriler bu aşamada elde olmamakla birlikte, varılan kararın ciddi bir maliyet etkinliği içerdiğinin düşünülmesi mümkün görünmektedir.

 

 

SONUÇ YERİNE:

 

Yukarıda verilen bilgiler ve görüşler ışığında, SSİK’nin T-LORAMIDS programı ile aldığı karar, kendi özellikleri içinde ciddi ve uzun vadede Türkiye’nin ulusal ve ulusları savunma yapılanmaları içindeki konumunu derinden etkileyecek özelliklere sahip bir adım olarak değerlendirilmektedir.

 

Bu karar Türkiye’nin geleneksel ittifak ilişkilerinin yeniden gözden geçirilmesi dahil, İttifak’ın bile kendi içindeki uygulamaları yeniden yapılandırmasına neden olacak kapsamlı ve kritik gelişmelere neden olacak nitelikte bir karardır.

 

Bu kararın, son zamanlarda popülerlik kazanan “değerli yalnızlık” konsepti içinde özel ve özgün bir kilometre taşı olduğu da açıktır.  Ancak gene yukarıda belirtilen unsurlar nedeni bu kararın kolayca kenara atılabilecek, “paket” niteliğindeki raftan eleştirilerle değerlendirilebilecek bir karar olmadığı da ortadır.

 

Geleceğe yönelik olarak bakıldığında, bu kararın gerçekten de bir “yalnızlık” sonucu doğuracağı çok açıktır.  Ancak, bu yalnızlığın ne derecede “değerli” olacağı yaşanılacak olan süreçlerin nasıl yönetileceğine bağlı olacaktır. “Süreç Yönetimi”nin bu kadar kritik olduğu bir döneme girerken gerekli kadro ve teknik kabiliyetlerin işin yalnızca bir bölümü ve esasen “nesnel” nitelikte küçük bir bölümü olduğu özellikle unutulmamalıdır.  İşin esas önemli ve belirleyici kısmını vizyon, kültür ve bilgi birikimleri ve temel ilkelerde tutarlı ve samimi davranışlara dayalı önderlik özellikleri, “öznel” unsurlar oluşturmaktadır.

 

Alınan kararı basit bir teknik değerlendirme olarak görmek mümkün değildir.  Bu karar taktik anlamda görece küçük ama geleceğe dönük stratejiler anlamında Türkiye’nin ilgi duyduğu bölgesel coğrafya üzerinde süregelen “satranç” düşünüldüğünde çok kritik unsurlar içeren çok büyük bir hamledir.

 

Bu hamle mevcut dünya düzeni içinde daha otoriter ve çoğunlukçu sistemlere dayalı siyasi tercihlerin hakim olduğu toplumlarla yakınlaşma yönünde ileri doğru atılmış bir adımdır.

 

Bu adımın özünü oluşturan belli değerlendirmelerin korunarak daha özgürlükçü ve çoğulcu bir siyasetin izlenmesi çok kararlı ve samimi yaklaşımlar gerektiren hassas bir konudur.

 

Bu yaklaşımlar ancak dünyayı çatışma ve hesaplaşma pencerelerinden görmeyen, uzlaşma ve dayanışma kavramlarını içselleştirmiş evrensel kültür birikimlerine sahip farklı siyasal önderlik yapıları içinde mümkün olacaktır.