Barış karşıtı ideolojiler: Irkçılık ve köktendincilik

Barış karşıtı ideolojiler: Irkçılık ve köktendincilik

Toplumcu Düşünce Enstitüsü

Değerlendirme Notu

 

DN – Teori/16-02                                                                    1 Ağustos 2016

Hazırlayan: Dr. Can BÜYÜKBAY

 

                     

BARIŞ KARŞITI İDEOLOJİLER: Irkçılık ve Köktendincilik

 

Binlerce masum insan ölmeye devam ediyor. İdeolojiler, savaşı körüklüyor; devlet gücünün yanlış kullanımı savaşlara yol açıyor. Barışçıl ilişkilerin egemen olduğu; şiddetin olmadığı barış içinde bir dünya talep ederken; barışın, artık bir ütopya olarak değerlendirilmemesi, aksine doğallaştırılması gerekiyor.

 

Küresel krizin, işsizliğin, gelir eşitsizliğin ve insanlar arasındaki toleransın zayıfladığı ekonomik bir düzende; dünya genelinde ve özellikle Avrupa’da milliyetçi ve ırkçı partiler güçleniyor ve desteklerini giderek arttırıyor. Avrupa genelinde de ırkçı partilerin çoğu göçmen karşıtı politika, muhafazakârlık ve Avrupa şüpheciliğinde birleşmeye devam ediyor. Bu çerçevede, azınlık dillerinin, kültürlerinin, geleneklerinin ve kimliklerinin kısıtlanması da sosyal uzlaşmazlığa yol açıyor. Gruplar arasında diyalog ve iletişim azalırken; azınlıkların siyasi karar alma süreçlerine katılımı da düşüyor.

 

Bu yazıda tarihsel süreçte barışa engel olan iki önemli ideolojiyi ele alacağım: Irkçılık ve köktendincilik. Her iki ideoloji de tarih boyunca sayısız kişinin ölümüne yol açmış ve dalga dalga yayılan acıların arkasında birer kara girdap işlevi görmüşlerdir. Dolayısıyla temellerinde bulunan bileşenlerin incelenmesi ve faydacı bir biçimde barışa evirilme olasılıkları araştırılmalıdır. İlk önce ırkçılık incelenecek; sonrasında da köktendincilik kavramına odaklanılacaktır. Temelinde ayrıştırıcı öğeler bulunduran bu iki ideolojinin hangi koşul ve çerçevede faydacı bir yaklaşıma yönelebileceği de değerlendirilecektir.

 

 

Irk ve Irkçılık: Kavramsal Kökenler

 

Irk ve ırkçılık kavramları görece yeni kavramlardır. Bugünkü anlamıyla Amerikan ve Fransız devrimlerinin ardından 18. yüzyıl sonlarına ortaya çıktılar.[1] Dolayısıyla modern zamanların ürünleridir. Kavramların çıkış noktası kalıtım, köken ve insanlar arası farklılığa dayanır. Avrupa’da, Reform hareketi sonrasında insanların kökenini dini temelde algılamanın yerini; anatomi, kan bağı, coğrafi konum ve dil öğeleri temelinde algılama süreci aldı.[2] Doğa bilimlerindeki sınıflandırma konusundaki gelişmeler de bu eğilimi güçlendirdi.

 

Bulmer ve Solomos ırk kavramının üç ana bileşeni olduğunu öne sürer:[3] Birincisi, insanlık kendi ortak fiziksel özellikleri olan çeşitli gruplardan oluşur; ikincisi, bu grupların kökeni farklıdır; üçüncüsü ise bu ırksal sınırların kültürel ve siyasi önemi vardır. Deri, saç rengi farklılıkları, gözlerin biçimindeki farklılıklar gibi öğeler ırkçılık ideolojisinin uzun süre merkezinde yer aldı. Bu tür farklılıklar kültür ve düşünsel özelliklerdeki farklılıkları açıklama amacıyla kullanıldı. Bu düşünme biçimi on dokuzuncu yılların sonunda ve yirminci yüzyılın başında batı dünyasında egemendi; akademide geliştirildi ve topluma yayıldı.[4] Kavram, kölelik ve sömürgecilik gibi pratikleri meşrulaştırma işlevi de gördü. Irk, sosyal bir gerçeklik olarak ele alındı ve bilimsel araştırmanın nesnesi haline geldi.

 

On dokuzuncu yüzyıl sonunda ve yirminci yüzyılın başında ırk kavramı büyük bir siyasi öneme de kavuştu. Batı düşüncesinde baskın ve genel kabul gören ideolojik bir kavram olarak sadece farklılıkları açıklamak değil; siyasette ayrımcılığı meşrulaştırmak için kullanıldı. Irkçı doktrinlerin, ulusal düzeyde siyasi uygulaması otuzlarda Hitler liderliğinde Nasyonal sosyalizm (Almanca: Nazionalsozialismus)ideolojisi çerçevesinde gerçekleştirildi. İkinci Dünya Savaşı sırasında Holocaust’a neden olan eylemlerin arkasındaki Nasyonal sosyalist ideoloji vardı. Naziler, altı milyon Yahudi’yi ve an az iki yüz bin Çingene’yi gaz odalarında öldürdü. Hitler, Aryan ırkı olarak nitelendirdikleri Alman ırkının diğer tüm ırklardan daha üstün olduğuna ve Yahudilerin de ari ırk için bir tehdit oluşturduğuna inanıyordu. Alman ırkının saflığını koruma vurgusu ideolojinin en önemli noktasını oluşturuyordu.

 

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) kuruldu ve örgütün talebi üzerine, sosyal bilimler alanından otorite kabul edilen uzmanlar ırk kavramını araştırdı. 1950 yılında yaptıkları açıklamada ırkın biyolojik bir kavramdan ziyade sosyal bir mit olduğu açıklandı. Deklarasyonda, ırk kavramının sosyal yaşama büyük zarar verdiği ve insanların yaşamına mal olduğunu açıklandı. Milyonlarca insanın normal gelişimini engellediğini açıkladı; verimli işbirliğini önleyen bir etken olarak değerlendirdi. İnsanlığın hem biyolojik hem de sosyal açıdan bütünlüğünün temel mesele olduğu ifade edildi.[5]Dolayısıyla; ırkın, insanların bir sosyal üretimi olduğu yönündeki görüşler baskın hale geldi.  UNESCO’nun tanımında söylemsel bir kategori olarak ele alınan ırk kavramının kaldırılıp; onun yerine daha yansız bir kavram olarak etnik grup kavramının kullanılması savunulmuştur. Bu bağlamda, ırk kavramı akademide süreç içerisinde terk edildi. Ancak, ne yazık ki ırkçılık hala keskin bir gerçeklik olarak var olmaya hala devam ediyor.

 

Irkçılık kavramının ırk kavramından çok daha yeni bir kavram olduğu iddia edilebilir. Irkçılık kavramının ilk bilimsel kullanımının Alman Yahudi bilim adamı Magnus Hirschfeld tarafından yapıldığı iddia edilir.[6] Bu kavramı ırkçı düşünceyi eleştirdiği 1938 yılında yayımlanan kitabında kullandı. Batı Avrupa’da kavram sözlüklerde otuzlu yıllarda yer almaya başladı. Bu tarihten beri tartışılan bir kavram olagelmiştir. Kavramsallaştırma konusunda hala sorunlar devam etmektedir. Şu da açıkça belirtilmelidir ki ekonomi, sosyoloji, psikoloji disiplinlerinin kendi açılarından inceledikleri çeşitli ırkçılık teorileri mevcuttur. Bundan sonraki bölümde ırkçılık kavramı irdelenecektir.

 

Grup Baskınlığının Dışavurumu Olarak Irkçılık

 

Tarihsel bir bakış açısıyla grup baskınlığı sosyal eşitsizliğin türevlerini üretmiştir. Irkçılık, bu bağlamda grup baskınlığının tipik bir dışavurumudur.[7] Sosyal eşitsizlik sistemi olarak ele alındığında, ırkçılık sosyal grupların maddi ve manevi sosyal kaynaklar üzerinde eşit ulaşım ve kontrol hakkı olmadığına işaret eder. Maddi boyutta bu kaynaklara örnek olarak iş olanakları, gelir düzeyi ve barınma örnek verilebilir. Manevi boyutta ise medya, siyaset, hukuk, eğitim alanlarında eşitlik iyi birer örnektirler. Manevi kaynaklarda eşitsizlik söz konusu olduğunda ırkçılık söyleminin önemli bir işlevi vardır. Söylemler sosyal pratiklere verdikleri anlamlarla sosyal eşitsizliği meşrulaştırabilir ve baskının, dışlanmanın günlük örgütlenmesini meşrulaştırabilir. Bu etnik grupların kamu alanında kontrolleri olmamasına yol açabilir.

 

Irkçılık olgusunun anlaşılmasında diğer bir önemli nokta da ırkçılığın sadece açık ve şiddet içeren sosyal baskınlık ve dışlama formlarıyla gerçekleşmediğidir. Aynı zamanda dolaylı ve günlük pratiklerde görülen gizil formlarının söylemsel pratikle yeniden üretildiği gözden kaçırılmamalıdır. Üzerinde durulması gereken nokta, ırkçılığın bireylerin düşünsel bir özelliği olmadığı; aynı zamanda sosyal pratiklerin değişen dinamik boyutunu da yansıttığıdır.

 

Irkçılığın tarihteki çeşitli formları son tahlilde, sosyo-ekonomik sistemde hedef alınan grupların emeğinin ekonomik işlevine bağlıdır. Bu çerçevede, Wilson kapitalizmin ırkçılığı besleyen özelliklerini ortaya koyar:[8]  Güçsüz grupların sömürüsü, aşırı eşitsizliğin varlığı, üretici güçlerin özel şahısların tekelinde olması, sermaye ve emek çelişkisi, hiyerarşik emek yapılarının oluşumu ve rezerve emek yığınlarının varlığı gibi özellikleri sıralar. Irkçılık, insanın insanı sömürüsünün, aşırı eşitsizliğin ve baskının olduğu yerlerde gelişir ve artar. Özellikle de eşitsizliklerin yapısı dezavantajlı etnik kökenle paralel seyrettiğinde daha da güçlenir.

 

Rasyonel Olmayan İdeolojik Yapı Olarak Irkçılık

 

İkinci Dünya Savaşından bu yana ırkçılık rasyonel olmayan bir önyargı olarak ele alınmıştır. Buna göre diğer gruplar biyolojik-ırksal özellikleri nedeniyle daha altta sınıflandırılmıştır. Ancak ırkçılık bir kişilik bozukluğu ya da rasyonel olmayan bir önyargı olarak ele alındığında çeşitli zorluklarla karşılaşılır. Önyargı bilinçaltında yatan bir eğilimdir. Irkçılık daha çok siyasi, sosyal ve kurumsal bir yapıdır ve yaşamın kamusal ve özel alanlarına yansır. Irkçılık içerisinde yer aldığı ekonomik-siyasi ve sosyokültürel çerçeveyle dönüşür. Bu bağlamda, ırkçılığın ideolojik olarak yeniden üretildiği süreçlerin karmaşıklığına dikkat çekmek gerekir.

Öyleyse ırkçılık, çok farklı yüzleri olan dinamik bir yapıya sahiptir ve içerisinde bulunduğu koşullara ayak sağlar. Irkçılık, sadece bir ideoloji değildir; aynı zamanda sosyal yapıdaki ayrımcı pratikleri ve kurumları da içerebilir. Irkçılık, geniş anlamında antisemitizmin, etnomerkeziyetçiliğin ve yabancı düşmanlığının değişik formlarını da kapsar. Kavramı kültürel, sosyopsikolojik, sosyopolitik ve ekonomik boyutları olmadan ele almak olanaksızdır.

 

Irkçılığın Ana Boyutları: Güç, Farklılıkların Doğallığı ve Grup Kutuplaşması

 

Irkçılığın ana boyutları olarak güç ve grup kutuplaşması, doğal ayrımlar, biyolojik kültürel farklılıkları gösterebiliriz. Güç, ırkçılığın ana sosyolojik özelliğidir. Van Dijk gücün; sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel güce dayandığını ve sosyal gruplar arasında baskı ve itaat ilişkilerini yansıttığını ileri sürer.[9] Irkçılığın; biz ve öteki ayrımına dayandığı açıktır. ‘Biz’ üstünken ‘onlar’ daha alçaktadır. 2.Dünya Savaşından bu yana biyolojik ayrılıklar kalkmıştır; ancak bu farklılıklar hala insanları gruplara bölme amaçlı kullanılmaktadır. Irkçı söylemlerde bu ayrıma özellikle rastlarız. Savaş öncesi ırkçılığı ve günümüz ırkçılığı arasındaki önemli bir benzerlik farklılıkların doğal ve değişmez olarak sunulmasıdır. Bu, biyolojik ya da kültürel farklılıklara eşdeğer bir durumdur.

 

Bu bağlamda, doğallık durumu ırkçılığın diğer önemli bir boyutunu oluşturur. Sosyal gruplar arasındaki ayrımların doğal olduğuna inanılır. Grupların, doğal özelliklerine odaklanarak düşünmek sosyal ilişkilerin önemini göz ardı eder. Farklı grupların kendine özgü özelliklerine odaklanılır. Irkçı bir perspektifte ‘doğal’ olan ‘sosyal’ ve ‘politik’ olanın yerine geçer. Irkçılık, gerçek ya da tahayyül edilen farklılığı doğal olarak kurgular. Bunu sadece farklılaştırmak amacıyla değil; aynı zamanda sosyal bir topluluğu marjinalize etmek ve belirli bir baskı ilişkisi oluşturmak için de yapar. Tüm ırkçılıklar, ideolojik marjinalleştirmenin sonucudur. Sömürgeci ırkçılıkta emek gücü temelli ‘onlar tembeldir’ argümanları göze çarparken; modern ırkçılıkta ise en temelinde gözlerin, saçların, derinin rengi gibi özellikler ya da ikincil kültürel özellikler rol oynayabiliyor. On dokuzuncu yüzyıldan beri ırk ve kültür Avrupa düşüncesiyle bağlantılıdır. Biyolojik özellikler kültürel farklılıkları açıklamak için kullanıldı. Dünya savaşları öncesinde ırkçılık teorileri evrimci düşünce temelliydi ve gelişim içeriyordu: Siyahi ırklar daha alt düzeydeydi; ancak daha yükseğe ulaşabilirdi.

 

Reddediş, ırkçılığın modern biçimlerinin ana unsurlarından biridir. Irkçılık, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan genel normlarla uyumlu olarak kabul edilemez bir ideoloji haline geldi. Bu nedenle de varlığı reddedilir. Başka Batı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, örneğin Hollanda’da da ırkçılık tabudur. Kendilerini ırkçı ideolojiye adayanlar dışlanır. Gerçekten de bu duruşun olumlu yanları vardır, ancak gündelik ırkçılığa sert bir tepki vermeyen karanlık bir tarafı da vardır. Irkçılığa karşı resmi bir uzlaşma vardır. Bu uzlaşmada Nazizm’in insanlık dışı üstünlük teorileri ırkçılıkla aynı tutulur. Irkçılık, bu perspektiften faşizmin bir fonksiyonu olarak kabul edilir.

 

Irkçılığın Modern Formları

 

Martin Barker, İngiltere’deki yeni ırkçılığı araştırırken ırkçı pratiklerin savaş sonrası ideolojik meşrulaştırması sürecinde iki değişikliğe dikkat çeker.[10] Bir kültürün ve milletin üstünlüğü açık ve doğrudan gerçekleştirilmez. Daha kapalı formlara bürünür. İkincisi biyolojik-genetik farklılıklar; kültürler ve milletlerin farklılıklarıyla yer değiştirir. Irk; kültür ya da etnik kimlik olarak kodlanır. Barker, yeni ırkçılıkta milletin ana unsurunun ekonomi ya da siyaset değil; insan doğası olduğunu belirtir. Irkçılık sadece baskınlıkla değil, dışlamayla da ilgilidir.

 

Irkçılığın üretildiği ve yeniden üretildiği dört önemli kategori sayabiliriz: elit ırkçılığı, günlük ırkçılık, kurumsal ırkçılık ve siyasi olarak örgütlenmiş ırkçılık.[11] Siyaset, medya, eğitim gibi en önemli kurumlarda çalışan sosyal elitler gizli biçimde ırkçı ideolojiler üretebilir. Günlük ırkçılık, ırkçılığın günlük pratiklere uygulanmasını açıklamak için üretilmiştir. Politik olarak organize edilen ırkçılık; göçmen karşıtı, yabancı düşmanı partilerin 1980’lerden beri Avrupa ülkelerinde geliştirdiği ırkçılıktır. Aşırı sağcı partiler genel olarak, kurulu sosyokültürel ve sosyopolitik sistemi reddeder. Otoriterdirler ve geleneksel değerleri desteklerler. Göçmen gruplarının entegrasyonuna karşı çıkarlar. Bundan sonraki bölümde, köktendincilik, ve barış ilişkisine değinilecektir.

 

KÖKTENDİNCİLİK VE PRAGMATİZM

 

Dünyadaki ve Ortadoğu’daki duruma baktığımızda barışın önündeki önemli engellerden birisini de köktendinci akımlar oluşturuyor. Söz konusu ideolojilerin özünde barışa yer olmadığı açık olsa da, hangi koşullarda faydacı davranışa yönelebilecekleri barış için sorulabilecek en önemli sorudur. Köktendinci grupların konumları ve davranışlarının değişen siyasi koşullarda barışçıl yöne evirilme olasılığı barış için önem taşımaktadır.

 

Köktendinci akımlardaki bireyler genelde seçilmiş olduklarına ve özel amaçlarla bu dünyada var olduklarına inanır. Kuran, İncil ve Tevrat gibi kutsal metinler üyelerince yorumlanır ve bu yoruma itaat zorunludur. Bu da belirsizliğe yer bırakmaz. Dolayısıyla biz/öteki ayrımı keskinleşir ve farklı olanlar direnilmesi ve savaşılması gereken unsurlar olarak yorumlanır. Çatışmanın doğası, derinliği ve yerine göre köktendincilerin şiddeti artabilir. Toplumun kurtarıcısı rolünde her türlü eylemleri meşru bulabilen bir yapıya sahiptirler. Bu noktada barış için önemli olan, çevresel koşullardan ideolojiye göre daha çok etkilenen köktendincileri saptayıp faydacı davranışa yönlendirmektir. Geniş siyasi çerçevenin köktendincilerin şiddete eğilimlerini etkilediği açıktır.

 

Bu noktada dinsel altyapılarının yanında, faydacı biçimde değişen çevre koşullarına uyumları ele alınmalıdır. Ortadoğu’daki köktendinci gruplara baktığımızda ana oyuncular faydacı biçimde davranabilmektedir.[12]Arap Barometresi sonuçlarına baktığımızda artan kişisel dindarlık daha fazla şiddete yol açmazken, siyasi İslam’a destek ve İslami yorumlamada muhafazakâr tavır militan eğilimi güçlendirmektedir.[13]

 

Filistin’de Hamas örneğini incelediğimizde on yıllarca yıl süren militan tutumun son yıllarda daha sınırlı hale geldiği öne sürülebilir. Bu aslında köktendinci grupların değişen siyasi koşullara ve gerekliliklere uyum isteğinin bir örneği olarak da görülebilir. 2006 yılındaki genel seçimlerde Hamas ülke genelinde zaferle seçimleri kazandı. Bazı çevreler tarafından, Hamas silahlı bir örgütten ziyade siyasi bir parti olarak değerlendirildi. İsrail, AB ve ABD ise Hamas’ı terörist bir örgüt olarak nitelendirmeye devam etti. Hamas, aslında bir çelişkiyle yüzleşmek zorunda kaldı. Siyasi bir parti olarak demokratik seçimleri kazandı. Gazze’de yaşayan 1,5 milyondan fazla kişinin siyasi sorumluluğunu üstlendi. Ancak, silahlı bir örgüt olarak İran’dan büyük destek görmeye devam etti.

 

Milliyetçi hedefleri de olan köktendinci Şii örgüt Hizbullah’a kısaca değinecek olursak, Hizbullah, Lübnan ulusal kurtuluşunun ve İsrail’e karşı İslamcı direnişin bir aktörü olarak silahlı eylemlere başvurmaktadır. Hizbullah da Hamas gibi karizmatik lideri Nasrallah ve geniş bir ağla seçimleri kazanmayı başardı ve bir siyasi parti haline geldi. Şiddete başvurma ve siyasi parti olma arasındaki çelişki hala devam etmektedir.

 

Müslüman Kardeşler de kuruluşunda beri realist bir perspektifte hareket edebilmektedir. İdeolojisi çerçevesinde değişim olanaklarına açıktır. Mısır-İsrail Barış Anlaşması’ndaki konumu buna örnek olarak verilebilir. Normalde Filistin’in davasını destekleyen Müslüman Kardeşler, Mısır siyasetine hâkim olduğu zamanda, konumunu tutabilmek için faydacı davranabilmiştir. Dolayısıyla köktendinci hareketler hem uluslararası meşruiyet kazanmak, hem politik konumlarını korumak hem dengeleri gözetmek amacıyla faydacı tavır sergileyebilmektedir. Bu anlamda ideolojik yönelimlerinin faydacı davranışın gerisinde kalması barış için bir umut olabilir.

 

Köktendinci aktörler söylemlerine ve sıkı dini inançlarına rağmen bazen öncelikle daha fazla güç ve çıkar elde etme amacıyla ideolojik önceliklerini arka plana atabilmektedir. Bu anlamda siyasi liderleri rasyonel aktörler olarak incelendiğinde siyasi hesapları, strateji ve taktikleri ve ulaşmak istedikleri hedefleri göz önüne almak gerekir. Siyasi çerçeve bu bağlamda ana etkenlerden birisidir. Dolayısıyla dini doktrinlerinin esneklik gösterebilmesi barış ve diyalog için fırsat yaratabilir. Uzlaşma için doğru koşullar yaratıldığı takdirde, değişmeyen inanç ve söylemler ‘önce çıkar’ yaklaşımıyla düşman tarafları anlamlı bir diyaloğa sürükleyebilir.

 

SONUÇ YERİNE: NEOLİBERAL PARADİGMA VE BARIŞA KARŞIT İKİ İDEOLOJİ

 

Bu iki barış karşıtı ideolojinin tetiklenmesinde neoliberal paradigmanın itici gücüne dikkat çekmek gerekir. Savaş, eğer onu oluşturan koşullar olursa gerçekleşir. Uzlaşmazlığın nedenleri ortadan kaldırıldığında, barış gelebilir. Aksine; gerçeklik manipüle edilir, yanlış bilgiler yayılırsa, korku ve şüpheler yoğunlaşır ve uzlaşmazlık güçlenir. Şu anki sosyoekonomik paradigma olan neoliberalizm de şiddeti ve sosyal uzlaşmazlığı arttırmaktadır. Bu bağlamda, savaş ekonomisi karşı konulmaz bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor. Hiç kimsenin istemediği varsayılan savaşlara girmek amacıyla silahlar geliştirilmekte ve ticareti yapılmaktadır. Tanklar, insansız hava uçakları, silahlar öldürmek ve yok etmek için kullanılmaktadır.

 

Verilere bir göz atalım: 2014 yılında Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’ne (SIPRI) göre dünya genelinde silah sanayine 1,7 trilyon dolar (küresel GDP’nin yüzde 3’ü)  harcandı.[14] ABD, dünya genelinde silah satışının yüzde yetmişini gerçekleştirdi ve diğer gelişmiş ülkelerin toplamı kadar silah endüstrisine para harcadı. Toplam ABD federal bütçesinin yüzde ona altısı silah üretmek ve teknolojiyi geliştirmek için kullanılıyor. ABD liderleri dünya sahnesinde barış, demokrasi ve insan haklarından söz ederken, ABD 2.Dünya Savaşı’ndan bu yana dünyadaki askeri operasyonların büyük çoğunluğunu başlatan ülke olmuştur.[15]

 

Barış söylemleri; neoliberal paradigmanın en önemli unsuru olan sermaye birikimiyle çelişki içerisinde sahteleşiyor. Ulus devletler ordularını güçlendiriyor, silah geliştiriyor. O halde, buradaki sorun, savaşa silahlar için piyasa yaratmak amacıyla ihtiyaç olmasından kaynaklanıyor. Piyasa sistemi yaşamımızın tüm alanlarına giriyor; dünya genelindeki eşitsizliği arttırıyor ve bireyleri müşteri, tüm yerleri piyasa olarak algılıyor. Dolayısıyla barış böylesi bir ideolojinin egemen olduğu dünyada sağlanabilir mi? Bu barışçıl biçimde bir arada yaşamayı ve sosyal uyumu arttıran bir sistem midir? Sağlık ve eğitimin kalitesinin vatandaşların bankadaki parasına bağlı olduğu sistem barış üretir mi? Finansal kara odaklanan bir sistemden ne bekleyebiliriz? Bu bölümde ele alınan ve savaş üreten ideolojiler aslında bu sistemden beslenmiyor mu? Bu soruların yanıtlarını bulmak zor değildir.

 

Neoliberalizmin insan doğasıyla ilgili nitelendirmeleri de bencil ve rekabetçidir. Bir Hint düşünürü Krishnamurti, hırslı bir kişinin barış ve kardeşlikten söz etse de barışçıl bir kişi olamayacağını söyler. Rekabeti yererken, birey, grup ve milletlerin rekabetçi varoluşlarını önüne geçilemez olarak gördüğü sürece kalıcı barış ve mutluluk olamayacağını ifade eder. Hırs ve rekabet hem kişide hem de çevresiyle ilişkilerinde uzlaşmazlık yaratır.

 

Bu bağlamda liberal bir teori olan Demokratik Barış Teorisi’nin de aslında oldukça yüzeysel kaldığı vurgulanmalıdır. Demokratik Barış Teorisi’ne göre demokrasilerin diğer demokrasilerle savaşa girme ihtimali azdır. Demokratik barış teorisini savunanlar, birçok faktörün liberal devletler arasında barışı güçlendirdiğini iddia eder. Örneğin, demokratik liderler, savaş kayıplarında seçmenleri önünde suçu kabul etmek durumundadır. Kamuya karşı hesap vermek zorunda olan liderler uluslararası uzlaşmazlıkları çözmek için diplomatik kurumlar kurmaya eğilimlidir. Demokrasiler, diğer devletlere göre daha zengindir; altyapı ve kaynakları korumak için savaştan kaçınır. Bu argümanlar Kant’ın ‘Ebedi Barış’ makalesine dayanır. Kant, 1795 yılında yazdığı makalesinde sadece Anayasal Cumhuriyetin egemen olduğu bir dünyanın sürekli barışı sağlayabileceğini ifade eder. Kant’ın varsayımına göre insanların çoğu kendini savunma durumu hariç, savaş için oy kullanmayacaktır. Fransız tarihçi ve sosyal bilimci Alexis de Tocqueville de demokratik milletlerin savaşa daha az eğilimli olduklarını ifade etmiştir. Uluslararası İlişkiler alanında Realist teoriyi destekleyenler genelde demokrasinin varlığı ya da yokluğunun değil, güç dengelerinin savaş ya da barışa yol açtığını söyler.

 

Sosyoekonomik gerçekleri göz ardı ettiği için, Demokratik Barış Teorisi yetersizdir. Sistemde gelir, zenginlik, etki ve fırsat eşitliği bulunmazken; köktendinci ve ırkçı ideolojilere yönelmenin çerçevesinin oluştuğu söylenebilir. Sosyal farklılıkları güçlendiren, gerilime neden olan, uzlaşmazlık yaratan ve gücün bir elde toplanmasını ve kontrol edilmesini kolaylaştıran bir sistem söz konusudur. Barış, böylesi sağlıksız bir çizgisi olan sistemde elbette mümkün değildir. Bu düşüncelerin doğası ve onu destekleyen bireysel çıkarlar, sosyal çatışmayı güçlendirir ve savaşı besler. Kapitalizm insan doğasının negatif yönlerini ortaya çıkarmaktadır. Barış, ancak sosyal adalet ve güven oluştuğunda gelişir. Öyleyse, sosyoekonomik altyapı barışın temelini oluşturur.

 

 

 


[1]Bkz. Lieberman, Leonard. (1977: 31), Irk Kavramı Hakkında Tartışma, (The Debate about the Race Concept: an Examination in the Sociology of Knowledge), Ashley Montagu, ed. Race, Environment and Intelligence, 24-46. Baarn: Het Wereldvenster.

[2]Ayrıntılı bilgi için bkz. Van der Valk (2001), Irkçılık, Küresel Barış için Bir Tehdit, Racism, a Threat to Global Peace, The International Journal of Peace Studies. Vol. 6, No:2, http://www.gmu.edu/programs/icar/ijps/vol8_2/valk.htm

[3]Bulmer, Martin and John Solomos, eds. (1999: 7), Irkçılık (Racism), Oxford: Oxford University Press.

[4]Shipman, Pat. (1994), Irkçılığın Gelişimi, İnsan Farklılıkları ve Bilimin Kullanımı ve Kötüye Kullanımı (The Evolution of Racism, Human Differences and the Use and Abuse of Science) New York: Simon and Schuster.

[5]Bkz. UNESCO (1963), Sosyal Bilimcilerin Irk Üzerine Deklarasyonu (Statement on Race by Social Scientists), in Shipman, 1994: 156-170.

[6]Wodak, Ruth and Martin Reisigl (2001: 43), Söylem ve Ayrımcılık: Irkçılık Retoriği ve Anti-Semitizm (Discourse and Discrimination: Rhetorics of Racism and Antisemitism), London/ New York: Routledge.

[7]Van Dijk, Teun A. (1993), Elit Söylemi ve Irkçılık, (Elite Discourse and Racism), Newbury Park, CA: Sage.

[8]Wilson, Carter A. (1996:123), Irkçılık: Kölelikten Gelişmiş Kapitalizme, (Racism: From Slavery to Advanced Capitalism) London: Sage.

[9]Van Dijk, Teun (1993: 20-22).

[10]Barker, Martin (1981), Yeni Irkçılık, (The New Racism). London: Junction Books.

[11]Mudde, Cas (2000), Aşırı Sağın İdeolojisi, (The Ideology of the Extreme Right). Manchester/New York: Manchester University Press.

[12]Harik et al. (2012), Ortadoğu’da Barışa Engel: Hangi Koşullarda Pragmatizm Var Olabilir? (Obstacle to Peace in the Middle East: Under What Conditions Might Pragmatism Prevail?, Academic Peace Orchestra Middle East Policy Brief for the Middle East Conference. No.11.

[13]Arap Ülkeleri Barometresi: http://www.arabbarometer.org

[14]SIPRI (2014), Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü ( Stockholm International Peace Research Institute), http://www.sipri.org/

[15]Amerikan belgesel yapımcısı Michael Moore da ‘Şimdi nereyi işgal edeceğiz’ adlı projesinde ABD’nin sürekli düşmana sahip olma gereksinimi duyduğunu; bunu tüm askeri endüstriyi ayakta tutabilmek için yaptığını ve şirketlerin buradan kar elde etmelerini sağladığını açıkça gösterdi.