Gezi Parkı ve Demokrasi (!)

Gezi Parkı ve Demokrasi (!)

Batı tipi demokrasi, iki meşruiyet ilkesi üzerine kuruludur. Bunlardan birincisi “halk egemenliğidir”. Buna göre iktidar erki, daima halkın ya da halk çoğunluğunun iradesi doğrultusunda kullanılacaktır. Buna karşılık, ikinci ilke -yani “hukuk düzeni” denen “meşruiyet rejimi” ise- “egemenlik kısıtlayıcı bir ilke” olup halk tarafından görevlendirilmiş iktidar sahiplerinin erk kullanımının denetlenmesini öngörür. Bu anlamda hukuk devleti, bireyin haklarını devletin olası tecavüzünden korumak için, –ne kadar ezici olursa olsun- hiçbir çoğunluğun el uzatamayacağı, “güvence altına alınmış bir hak” alanı tanımlar.

 

Tarih ve kuram

 

Tarihsel açıdan bakıldığında hukuk devleti ya da anayasa devleti, çağdaş demokrasiden daha eskidir. Temel taşları, “insan ve yurttaş haklarının güvence altına alınması” ve “erkler ayrımı”dır. İlk kez 1787 Amerikan Anayasası’nda kapsamlı olarak oluşturulmuş bu iki yönlü anayasa yapısı, bir yandan bireyin haklarını devlete karşı güvenceye alırken diğer yandan da devletin kurumsal yapısını düzenler. Anayasa devleti, ABD’nin kurucu babaları tarafından demokrasiden daha öncelikli olarak değerlendirilmiş; temelinde yatan özgürlük düşüncesi, ancak eşitlik ve adalet ilkeleriyle bütünleştirildikten sonra demokrasiye dönüşmüştür. O halde, tarihsel açıdan önce otorite karşısında bireyin hakları güvenceye alınmış ve erkler ayrımı ilkesini içeren ve otoritenin sürekli denetlenmesini sağlayan kurumsal yapı oluşturulmuş; tüm yurttaşlara açık sandık, ancak ondan sonra ortaya konmuştur.

 

Bundan sonrasını Bonn Üniversitesi siyaset bilimi profesörü Frank Decker’in -“Neue Gesellschaft/Frankfurter Hefte”nin Eylül 2012 sayısında yayımladığı- “Staat und Demokratie” (Devlet ve Demokrasi) adlı makalesinden yaptığım alıntıyla açıklayayım: “Aslında özgür genel seçimler düzenleyen ama aynı zamanda anayasa ve hukukun temel ilkeleriyle çatışan; insan ve yurttaş haklarını veya erkler ayrımını hiçe sayan sistemler bugün de vardır. Bu türden bir bozukluk; yürütmenin, yasama ve yargıya oranla çok fazla güçlü olması ya da hukukun çiğnenmesi gibi durumlarda ortaya çıkar. Anayasa/hukuk açısından yetersiz olan veya “sandık demokrasisi”denen bu rejimler Batı dünyası dışında yaygındır. Batı ülkelerindeki anayasa ve hukuk devletleri, demokrasinin adım adım gelişmesine temel olan uzun bir geçmişe ve geleneğe sahipken; bu yeni demokrasiler anayasa ve hukuk devleti ilkelerini adeta geriden gelerek içselleştirmek zorundadırlar.” Görüldüğü üzere Decker, günümüz Türkiye’sinin çerçevesini çiziyor.

 

Öte yandan Tocqueville, 19.yüzyıl başlarında, “Amerika’da Demokrasi” adlı yapıtında, -“ahlak” ya da “gelenek” diye adlandırdığı- davranış biçimlerinin ve düşünce kalıplarının demokratik ilişkilerin doğup gelişmesinde nasıl bir anlam kazandığını açıklar. Bu bağlantılar, Avrupa toplumunun bilincine dahi ancak 20.yüzyılın ortalarından itibaren nüfuz edebilmiştir.

 

Sanıyorum ki okur, yukarıdaki paragraflarda, ülkemizin neden henüz gerçek anlamda demokrasiye dönüşemediğinin ipuçlarını bulmuştur. Kurama ve tarihsel gelişime dönük açıklamaların içerdiği bu handikapların yanısıra Türkiye’nin bir de ikinci bir derdi vardır; o da iktidarda “siyasal İslamcı” bir partinin bulunması ve Recep Tayyip Erdoğan kimliğindeki birinin “başbakan” konumunda olmasıdır.

 

Türkiye’de günümüz pratiği

 

Demokrasiyi salt sandık ile eşanlamlı tutan cahil kişiye laf anlatmak gereksizdir. Ancak bu arada gerçeği görmek; sandıktan çıkan İslam’ın, tüm zamanların, toplumun ve yaşamın tek düzenleyici görüşü olma iddiasını sürdüren total bir ideoloji olduğu gerçeğini gözden kaçırmamak gerekir. Böyle bir anlayış, özgür bireye soluklanacak alan bırakmaz; her an değişen ve gelişen toplumlara göre yönlenen “demokrasi” fikriyle bağdaşmaz. Türkiye’de de Anadolu aydınlanması sonrasında sağcı akımlar –hem iktidara gelmek hem de iktidarda kalmak için- hep İslam’ı kullanmışlar; demokrasiye sarılmaktan ve onu geliştirmekten kaçınmışlardır.

 

Toplumun umarsız kalan aydınlanmış kesimi darbelerden medet ummuş; ancak bir sonraki seçimde aynı sağın bir başka temsilcisi, “mağdur İslamcı” kimliğiyle iktidara –daha da güçlenerek- gelmiştir. Bugün de yine sandıktan çıkmış iktidar; düşük eğitimli, tepkisiz katmanların oylarına yaslanarak sosyopolitik ve ekonomik işlevi yüksek dinamik katmanları yönetme derdinde. Ne var ki, AKP iktidarı bununla kalmıyor –Cumhuriyet’in getirdiği değerleri aşağılama, Osmanlı’nın ümmet anlayışını restore etme çabasıyla- eğitimli, aydın, dinamik kesimleri yerden yere vuruyor. Gezi Parkı olayları ve sonrası, bunun en son kanıtlarıdır.

 

İktidar, bütün bunları, sandıktan çıktığı gerekçesine sığdırdığı “demokratik meşruiyet” duygusu ile yapıyor. Oysa yukarıda açıkladık ki bu, “demokrasi” ile ilişkisiz. Demokrasinin “sandık” ayağı dışında hiçbir olmazsa olmaz koşulu yerinde değil. Yalnızca ortada kıyıcı bir otokrat “ben sandıktan çıktım” diye at koşturuyor; olmadık işler yapıyor. Kaldı ki yapılanlar da, iktidarın “oy fazlalığı” meşruiyeti içinde dahi kabul edilemeyecek hukuksuzluklar ve bunun da ötesinde yalanlar, dolanlar, acımasızlıklar içeriyor. Dolayısıyla, bu iktidarın aslında hiçbir demokratik meşruiyeti kalmamıştır.

 

Sonuç; siyasal İslam’dan demokrasi çıkmaz

 

Siyasal İslam toplumun tümünü kendi inançları doğrultusunda biçimlendirme çabasındadır. Bunun artısı ya da eksisi yoktur; varsa da “o an için ve son evreye –şeriat düzenine- varana değin” yapılması caiz olan takiye çerçevesindedir. Siyasal İslamcılara “gelin bu işten vazgeçin; demokratik kurallara uyun” demek söz konusu olamaz. Aldıkları zihin çarpıtıcı ve koşullayıcı eğitim, onları farklı davranmaktan alıkoyar. Esasa ilişkin ödün vermezler; konjonktür gerektirdiğinde bir adım geriler, sonra belledikleri doğrultuda iki adım ileri atarlar. Bu gidişi, Erdoğan liderliğindeki AKP iktidarında da gördük. Mısır’da ise Mursi, Erdoğan’ın “laik davranın” yolundaki takiyecilik önerisine uymayıp aceleci davrandığı için darbeye maruz kaldı.

 

Tüm demagoji ve takiye becerisine karşın Erdoğan ve AKP iktidarı da, gelişimin motoru niteliğindeki “çok gelişmiş” toplum kesimiyle takışıp duvara toslamıştır. Gezi’de uyguladığı politikaya bakıp “ne vardı insanların değerlerini aşağılayacak, onların yaşamlarına karışacak, her alanda dediğim dedikçilik yapacak?” diye düşünülebilir. Ne var ki, toplumun tümünün yaşamını düzenlemek siyasal İslam’ın bir parçasıdır. Öte yandan, Türkiye’de, siyasal İslam ideolojisini de aşan bir kişisel “vaka” ile karşılaşılıyor. Erdoğan, karşıtlarını aşağılamadan ve her alanda kendi dediğini yaptırmadan iktidar duygusunun hazzını yaşayıp zaferinin tadını çıkarabilecek bir psikolojik yapıda değil.

 

Bu zat ve köleleştirdiği çevresi Türkiye’nin en dinamik kesimini karşısına almış tekme tokat girişiyor. Eskiden bunun çok daha azı bir darbe gerekçesi oluyordu. Ancak artık asla “darbe” olmayacak. Bunu herkes biliyor. Bu iktidar ve lideri çürüyerek çökecek. Yandaşların oyları önümüzdeki yıl sandıkta hala çoğunlukta olsa bile bir sonraki ya da daha sonraki yıl çökecek. Bir dönem “ılımlı İslam” adıyla pompalanan siyasal İslam’ın sonunun gelmesine karar verildiği için çökecek; dünya Erdoğan’ın güvenilmez bir lider olarak adını defterden sileceği için çökecek; azınlığa düşüp çökecek; bölünerek çökecek; şöyle ya da böyle silahsız, darbesiz kendi saplantıları ve akılsızlığı içinde debelenerek çökecek. Kendiliğinden çökecek ki, bir daha hiçbir siyasal İslamcı kendini seçmene “iktidarı elinden alınmış, mağdur” kisvesinde sunamasın ve de ülkeye bu acıları yaşatanlardan hesap sorulsun!

 

Aydın Cıngı Siyaset Bilimci