“Demokratik Toplum”un Altyapısı olarak Kolektifler ve Mondragon Kolektifi

“Demokratik Toplum”un Altyapısı olarak Kolektifler ve Mondragon Kolektifi

Toplumcu Düşünce Enstitüsü

Tartışma Notu

 

TN – Siyaset/15-001                                                               2 Ocak 2015

Hazırlayan: Mehmet UYSAL

“DEMOKRATİK TOPLUM”UN ALT YAPISI OLARAK KOLEKTİFLER

ve

“Mondragon Kolektifi”

GİRİŞ

 

Daha önce yine bu Platformda “Demokratik Dünyayı Birlikte Tasarlayalım” başlıklı olarak yayınlanan Tartışma Notumuzda*; bütün demokrat insanların ideali olan bir dünyayı şöyle tarif etmiştik:

 

İnsanlararası bağımlılık ilişkilerinin, buna bağlı olarak sömürünün ortadan kalktığı, bilim

ve teknolojinin dolu dizgin geliştiği, dolu dizgin gelişen teknolojinin hayata geçirilmesiyle

gelirin alabildiğine arttığı, artan gelirin adil bölüşüldüğü, böylece refahın arttığı, bağımlılık

ilişkilerinin ortadan kalkmasıyla, çatışmaların, savaşların, yoksulluğun ve diğer

bütün musibetliklerin sona ererek, bunların yerini bilgi, yetenek ve deneyim yarışına dayanan

kardeşçe rekabetin aldığı, insan ilişkilerine barış ve dostluğun egemen olduğu, içinde bilgi,

sevgi ve aşk ile yaşanan bir toplum.

 

 

Bu tarifimizi de şöyle bir değerlendirme ile bağlamıştık; “Ancak dünya bu idealden henüz çok uzaklardadır.” (*TN-Siyaset/14-012; https://www.toplumcudusunceenstitusu.org/makale-detay/127/demokratik-dunyayi-birlikte-tasarlayalim)

 

Bu yazımızda ise, birekonomik örgütlenme biçimi olarak “kolektifler” üzerinde durarak, bu yapılanma modelinin, demokratik toplumun nasıl alt yapısını oluşturabileceğine ilişkin görüşlerimizi paylaşmak istiyoruz.  Ancak, demokrasi sorununa nasıl çözüm olabileceğini ortaya koyabilmek amacıyla,  “kolektifler” konusuna geçmeden önce, “demokrasi sorunu”nun temellerine ilişkin bazı saptama ve gözlemlerimizi belirtmenin yararlı olacağını düşünüyoruz.

 

Sorunun Temeli Yapısaldır; Eksik Demokrasi

 

Fransız İhtilali’nin “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” sloganı tam demokrasiyi ifade eder. Kapitalist toplum hukuken “bağımsız ve eşit birey ilkesi” üzerine kurulu olmakla ve bu nedenle de “demokratik” görünmekle birlikte,  esas olarak insanlar arasında bağımlılık ve eşitsizlik ilişkileri üreten, bu nedenle demokratikliği yapısal olarak eksik bir toplumdur. Kapitalist toplum tarihi boyunca yaşanmış ve halen yaşanmakta olan müsibetliklerin; sömürücülüğün ve sömürgeciliğin,  faşizmin, sivil ve askeri diktatörlüklerin, irili ufaklı savaşların, katliamların, işkencelerin kökeninde yatan şey; bağımlılık ilişkisi kurma iradesidir. Bu iradenin etkinliğinin sonucu olarak kapitalist toplumda bağımlılık ve eşitsizlik ilişkileri hep mevcut olmuş, “Özgürlük Eşitlik Kardeşlik” sloganı tam olarak hayata geçmemiş, demokrasi hep eksik kalmıştır. Sefalet ücretleri ve gayri insani çalışma koşulları ile karakterize edilen vahşi kapitalizm,  gelir dağılımı adaletsizliği, yaygın yoksulluk ve insanlığın yüz karası açlık kapitalist toplumun eksik demokrasisinin sonucudur.

 

Bu noktada, gelişmiş demokratik ülkelerin durumu bizleri yanıltmamalıdır. Bu ülkelerdeki nispeten ileri düzeyde yaşanılan çoğulculuk ve katılımcı mekanizmalar, vahşi kapitalizme maruz kalmış işçi sınıfının ve sömürge ülkeler halklarının bağımsızlık ve eşitlik mücadelelerinin sonucudur. Bununla birlikte, gelişmiş ülkelerde bu şekilde var olan “demokrasi,” geri kalmış ülkelerin halklarının bağımlılığı ve eşitsizliği pahasına sürdürülebilen bir “demokrasi”dir. Ülkelerinin, başka ülkelere, onların bağımsızlıklarını ihlal ederek müdahalesine önleyici “demokratik” bir tepkinin gösterilmemesi; dışarıdan akan kaynaklar biraz kuruduğunda hortlayan;  geçmişteki Nazizm ve faşizm ile günümüzdeki ırkçılık, “gelişmiş” kapitalist ülkelerin eksik demokrasilerinin en çarpıcı göstergeleridir. Kısacası, dünyadaki demokrasi sorununun temelde yatan nedeni, kapitalist toplumun insanlar arasında bağımlılık ve eşitsizlik üreten yapısıdır. Bundan çıkan sonuç şudur ki; demokrasi sorununun çözümü için, bağımlılık ve eşitsizlik ilişkilerinin ortadan kaldırılarak, böylece bağımsız ve eşit birey ilkesinin, hukuki-şekli bir ilke olmanın ötesine geçirilerek, toplumsal yaşamın bütün dokularına sindirilmesi gerekmektedir.

 

İnsanlar arası bağımlılık ve eşitsizlik ilişkilerine ve bunun sonucu olan sömürüye son vermek amacıyla, 20. yüzyılın başlarında girişilen sosyalizm deneyimi başarısız oldu.  1917 Ekim Devrimi’nden sonra kurulan Sovyetler Birliği’nde başlayan ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Çin, Doğu Avrupa ve Balkan ülkeleri ile Kuzey Kore, Küba ve Vietnam’a yayılan sosyalizm deneyiminin önderleri, üretim konuları ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verilmesi halinde sömürünün ortadan kalkacağını düşünmüşlerdi. Ayrıca, sosyalist önderler, ekonominin merkezden planlanması halinde, kapitalizmin üretim anarşisinden kaynaklanan ve kaynak israfına yol açan ekonomik krizlerin ortaya çıkmayacağını ve kaynakların kalkınma/büyüme önceliklerine göre etkin kullanılabileceğini düşünmüşlerdi. Toplumsal gelirin de “herkesten yeteneğine, herkese çalışmasına göre” ilkesi temelinde bölüşüleceği, böylece adil bir bölüşüm düzeninin kurulacağı düşünülmüştü. Söz konusu ülkelerde, sosyalizm bu düşünceler doğrultusunda hayata geçirildi.

 

Sosyalizm, sömürücüyü ortadan kaldırmak amacıyla, insan benliğinin iki doğal bileşeninden birisi (diğeri bencilbizcilik) olan benmerkezciliği yok sayan “mutlak bizci” bir toplumsal düzen olarak kuruldu. Ancak, sosyalizm pratiği içinde, insan doğasındaki benmerkezcilik bir yol bularak, sosyalist ülkelerde de etkinliğini sürdürdü. Sömürücü benmerkezciliği ortadan kaldıralım derken benmerkezciliğin tümden yok sayılmasının en önemli olumsuz sonucu, çalışanların sisteme yabancılaşması olmuştur. Bu durumu fark eden sosyalist ülke siyasetçileri, benmerkezciliği tatmin edebilmek amacıyla mutlak bizciliği gevşeten uygulamaları yürürlüğe koydular. İşletme yönetimlerinde âdemi merkeziyetçilik, kolhoz üyelerine sınırlı özel mülkiyet hakkı, çalışanlara manevi teşvikler yanında maddi-parasal teşvikler verilmesi, insanlardaki benmerkezciliği tatmin etmeye yönelik uygulamalardı.

 

Yugoslavya ise farklı bir yol izleyerek, “özyönetim” uygulamasına geçti. Bu uygulamalar benmerkezciliği tatmin ederek sosyalizmi güçlendirmeye ve geliştirmeye yetmediği gibi, mutlak bizci bir sistemde gayrimeşru sayılan benmerkezciliği meşrulaştırarak, sistemin deformasyonunun yolunu açtı. Özellikle Sovyetler Birliği’nde Komünist Partisi ileri gelenleri ile işletme yöneticilerinin yolsuzlukları ayyuka çıktı. Sonuçta, 1990’lı yılların başında Sovyetler Birliği ve Yugoslavya dağıldı ve sosyalizmden kapitalizme dönüş, eski Sovyet ve Yugoslav cumhuriyetlerini ve diğer sosyalist ülkeleri sararak hızla yayıldı.

 

Sosyalizm deneyiminden çıkan sonuç şudur ki; demokrasi sorununun çözümü için, insan benliğinin doğal bileşenlerinden olan benmerkezcilik de dikkate alınmalı, ancak sömürücü benmerkezcilik dışlanıp, sömürücü olmayan benmerkezcilik içselleştirilmelidir.

 

Kapitalizmin sosyalizmin ana çizgileriyle gözden geçirilmesinden çıkan sonuçlar gösteriyor ki; demokrasi sorununun çözümü için, insanlar arasındaki bağımlılık ilişkileri yerine bağımsızlık ve eşitlik ilişkileri içinde dayanışmayı ve sömürücü olmayan benmerkezciliği içselleştiren bir toplumsal düzenin nasıl olabileceği üzerinde düşünmek gerekiyor. Biz böyle bir toplumsal düzenin alt yapısının, her iki koşulu birlikte sağlayan “kolektifler” ile kurulabileceğini düşünüyoruz.

 

Makalenin tamamını okumak için lütfen PDF eklentisini çalıştırın.