Ayasofya: Türk Sağının Bekletilmiş Hülyası

Ayasofya: Türk Sağının Bekletilmiş Hülyası

Günümüzde siyaset hayli fazla elektrik akımlarıyla yüklü.  Bu elektrik yükünün en büyük nedeni, dünyadaki her şeyin artık, hislerle, bastırılmış korku, hınç, öfke ya da benzeri muhayyel duygulanımlarla cereyan ediyor oluşudur. Günümüzde olan bir gelişme yüzlerce yıllık bekletilmiş bir tahayyülü bir anda tetikleyebiliyor, ya da günümüzde  iktidarı oluşturan sembolik hareketlenmelerde, algılanma şekliyle mekanik bir araç olmaktan çıkıp toplulukları yanyana getiren bir hedefe dönüşebiliyor.

 

Ayasofya Hülyası, tam da böylesi bir hülya, onu seçim vaadleri arasında görmeye,  gündem değiştirmeye, ya da ekonomik skıntıları örtecek bir filtre gibi kurgulandığına kendimizi belki inandırabiliriz, ancak bu gerçekçi olmaz, iktidarı bugünlere taşıyan derin ideolojik bagajı anlamamış, siyasal anlamda ne ile başa çıkmak zorunda olduğumuzu analiz edememiş oluruz.

Son zamanlarda bazı anket kuruluşları, saha ölçümlerinde Ayasofya meselesinin karşılığı olmadığını, halkın gündemi olmadığı sonucunu veriyorlar.  Halkın en önemli sıkıntısının geçim sıkıntısı ve özellkle pandemi sonrası işsizlik, sosyal güvencesizlik  gibi sorunlar olduğunu söylüyorlar. Bu elbette doğrudur, ancak günümüz siyasetinde sorunlar ile sorunların çözümü arasındaki, geleneksel siyaset bilimi tarafından tanımlanmış doğrusal bağ günümüzde işlemiyor.

 

Umut parametresinde, geleceğe atımlı umut programlarının ve siyasal ütopik programların yaratığı hayal kırıklıkları nedeniyle siyaset gelecekten çok geçmişe doğru atımlı bir referanslar ve rüyalar silsilesi halinde çalışıyor. Geleceğe dönük söylemlerin yitmekte olduğu anda ortaya çıkmış liberal ütopya ise günümzde büsbütün distopyaya dönüşmüş durumda. Ne geleceğe ne geçmişe dönük bu teknokrat liberal söylem, sistemle hesaplaşmayı asla göze alamayan, durumun her anlamda daha da beter olmasına yol açan bir dünya ile başbaşa bıraktı bizleri…

 

Günümüz toplumlarında, ülkelerde ve bireylerde yerleşik bulunan “sistemin asla değişmeyeceğine dair” büyük hayal kırıklığının en büyük nedeni budur.  Geleceğin bir türlü gelmemesi, pragmatik ve teknisyen siyasetin ise adalet ve toplum çıkarı adına hiçbir sorumluluk duymaması dönüştürücü gücünü kaybetmesine yol açtı. Diğer tarafta ise, daha iyi bir dünya tahayülünün parçalara ayrılması gerçeği zaten yerleşmeye başlamıştı. Bu durum, bugün hem gerici siyasetle güçlerini tahkim eden iktidarların manevra kabiliyetlerinin artmasına, hem de özellikle sol siyasal söylemin çekildiği bu tutkular ve duygulardan oluşan hakikat sahasını, başka rüyalarla doldurarak, uzun yıllara dayalı iktidarlar elde etmesini sağladı.

 

Geçmişe dair rüya

Geleceğe dair rüyası kalmayan bir siyaset, geleceğe dair rüyası kalmayan bir toplum yarattı. Bunun tersi de geçerli olabilir elbette, artık geleceğe doğru rüyası olmayan bir toplum, geleceğe doğru dünyayı değiştirme arzunun peşine değil, bugünkü gücünü ve duygudaşlığını geçmişten alan bir hikayenin peşine takılmış da olabilir.  Toplumların kendi kendilerine düş görmeye ihtiyaçları elbette var ve yeni siyaset  için bu düş de, aslında oluşan yeni hakikatin bir parçası haline gelmiş durumda. “Post-Truth/Gerçek Sonrası” denen o meşum kelimenin özünde bu içiçe geçmişlik yatıyor.

 

Düşler sadece geleceği değil geçmişi de toparlar, yeniden düzenler ve geleceğe ilham verirler. Siyasal söylemlerin, kitle nezdinde bir cazibe ve çekim alanı yaratması için, toplum adına kendi düşünü görmesi ve bu düşün hakkını vermeleri gerekiyor.  İnsanlar gibi toplumlar da geleceğe doğru düş görmeye eğilimli oldukları kadar geçmişe doğru da düş görmeye eğilim taşırlar.  Hele ki bugün yapılacak olanlara dair derin bir hayal kırıklığı varsa.  Bu düş alanı elbette  bastırılmış bir arzular kümesini, kaybedilmiş yitik ülkeleri yeniden yapılandıracak  bir ideoloji, bir söylem ve eylem pratiğini gerektiriyor.

 

toplumcudüsünce.com’da bu konuda geçtiğimiz ay önemli bir yazı yayınlandı.  Bu konuyu ülkemizde çalışan nadir siyaset bilimciler’den Prof. Emre Erdoğan‘ın yazısı konuyla ilgili önemli bir referans ve girizgah niteliğinde.(1)  Ayasofya konusu bugün için iktidarın çaresiz kaldığında oynadığı bir koz zannedilmemeli.  İktidar objektif değerlendirmede çaresiz kalmış olabilir, ama işin patoljik boyutunda o kendisini en güçlü hissettiği anda bu işe kalkışmıştır. Siyasal muhalefetin, CHP sözcülerinin,  İyi Parti’nin bu  önemli hadiseyi sorgulamaksızın kabullenişlerine ve geniş perspektifinden itirazların kaybolduğuna bakarsak, yapılan girişim iktidarın hegomonik gücüne de işaret etmekte.  Bu gerçekle yüzleşmek, bu gerçekle  hesaplaşmak zorundayız.

 

Bütün sahneye ve anlatıya bakarsak bunun hiç de öyle gündem, filtreleme  ve “son koz” gibi değil de tam tersine uyuyan, bir bastırılmış hülyanın sembolik ve cesameti arttırılmış  anlarına bakmak gerekiyor.  “86 yıllık bir düş diye” sunulan, birikmiş bir bilinçaltının yıllardır bastırdığı  bir tahayyül, “zincirleri kırma” olarak anlatılmış,  özel olarak bastırılan koleksiyon paraları ile sembollerini üretmiştir. Ama özellikle Diyanet İşleri Başkanının elinde kılıçla okuduğu Cuma Hutbesi bu anın arkasında daha farklı bir geleceğin de gelmekte olduğunu göstermektedir.

 

Sağ siyasetin Parametreleri

Türkiye’deki geleneksel sağ’ın ve gerici retoriğin, entelijansiyasına yerleşmiş Ayasofya takıntısı İslamcı  siyasetin evriminde önce kendi tabanı ile kavuşamayan bir aşırı hülya iken, kendi kitlesine doğru tarih içinde yerleştirilmiş, bir ince politik sızıdan, bastırılmış öfkeye oradan da bir geri dönüşün umuduna doğru yürümeye başlamıştır.

 

Bu Sağ, bakış açısından, Osmanlı İmparatorluğunun yıkımına doğru giden sürecin tarihsel akışı içinde, dini veya yerli-milli değerlere doğru dönerek toparlanacağına  dair bir eski iddia ve tartışma her zaman olmuştur. Bu bazen o sistemin kendiliğinden toplanacağı argümanı ile birleşik gitmiş, Ulusal Kurtuluş Savaşından sonraki ulus devlet, modernleşme ve laiklik ekseninde yaşanan yılların bir tür durdurulmuş tarih olduğu zannı, neredeyse patolojik bir saplantıya dönüşmüştü.  Bu bakış için,  durdurulmuş saatin çalışmaya başlama anı  ise 1950 Demokrat Parti iktidarının süece yaydığı bazı değişiklikler ile olduğu düşünülmüştür.

 

Neredeyse bütün bir siyasal gelenek buradan inşa edilmiştir.

Bu önemlidir, çünkü; ileride populist sağ geleneğin kendine meşruiyet ve kendi haklılığını inşa edeceği rasyonalite, tam da burada gizlidir. Bu yıllar mağduriyet yılları olduğu kadar, siyasal söylemin geri bastırıldığı, kendi kendini sublime eden bir dayanma pratiğinin de ilk nüvelerinin ortaya çıktığı dönemlerdir. Bu büyük kesintinin daha sonra özellikle 60 darbesi ve 28 Şubat gibi iki travmatik kesintisi daha olacaktır.

 

Bu birikmiş duygudaşlığın kadim bir dayanma pratiği olması kendi dönemini meşruluğu kadar, bugün geldiği noktada baskıcı ve otokrat olma pratiğine tanıdığı avanstır. İslamcı entelijensiyanın muhafazakr demokrat görünümden, bir anda otokrasinin doğrudan sözcüsü olması, kendisni iktidar olmasına karşın hala muktedir hissedememesindeki iluzyon buradan kaynaklanmaktadır.  Bu durum, otokrasiye dayalı yapının kendi geleneğinde eski deyimle mündemiçtir(içkin).  Ancak mesele burada bitmiyor.  Bu duygudaşlığın başka bir kümelenme referansı daha var. Bu duugudaşlığın ne kada kadim olduğunu anlamak için kılıca geri dönmek gerekiyor.  Kılıca kadar geri gidişin nedeni de budur. Dahası, kılıcın Diyanet İşleri Başkanı’nın elinde olmasının anlamı da budur; Laiklik içselliştirelememiştir. Konu esas itibarı ile bu gelenek tarfından hep bir taktik mesele olarak kalmıştır, sergilenen yaklaşımlar pragmatiktir.

 

Buna dair en kritik detayları gene bu geleneğin kendi içinde buluyoruz. Türkiye’deki gerici retoriğin geleneğinde, bizim mahallede pek tanınmayan ama orada hayli ciddi eşiklerde duran kişiler vardır.  Bu taktik meseleye bir kez daha bakalım:

 

Osman Yüksel, sonradan Serdengeçti soyadını alacak sağ ideolog ve siyaset adamının Ayasofya karşısındaki açık tavrı ve bu konuda yargılamalara dek giden tarih dilimindeki duruşu, temel bir kopma ve bugunkü dönüşümü anlamak adına faydalıdır.   Merkez Sağ Adalet Partisinden milletvekili seçilmiş, oturumlara kravatsız girerek başlayan farklı bir tepki ve söylem bütünü ile bu günkü islamcı-miliyetçi karışımı retoriğin doğuşuna ilham vermiştir. İlginç olan bu kişinin Ayasofya ile ilgili yazılarında ana meselenin ve kendi cenahındaki etkisinin Ayasofya’nın bir gün yeniden kilise olarak açılmasına karşı bir  mücadele olarak konumlanması, o günlerin hakim söylemi içinde bir korku ve patoloji ile meseleyi canlı ve diri tutmasıdır. Elbette bir çok konuda kalem oynatmış bir ideolog olan Serdengeçti’nin metinlerinde Ayasofya’nın yeniden cami olarak ibadete açılması da vardır. Ama laiklik vurgusunun taktikselliği içinde kendi içinde bir uyarı dili ile örtülü olması ilginçtir. Bu gelenekel çizginin kendine has bir pragmatik ve oportunist yerleşimidir, aslında.

 

Ayasofya’nın müze yapılmasının, bir türlü içe sindirilemeyen laiklikle birlikte anılması için, 2013 yılına kada beklemek gerekecektir. Bu tarihte kitabın yeniden basımına önsöz yazan Mustafa Armağan’ın, Sunuş kısımına yazdığı ilk paragraf anlatının bütün geçmişini ve geleceğini anlatıyor aslında:

 

Ayasofya’nın ibadete kapatılması ve müze yapılması Cumhuriyet tarihimizin “görünmeyen inkılapları“ndan biridir. Bir devlet kendi eliyle (ne kadar ‘kendi eli:ayrı mesele) çoğunluğun dininin yaşandığı bir ibadethaneyi kapatıyor ve müze yaparak laikleştiriyordu. Bunun benzerlerini yeryüzünde, hele ki “medeni“ Avrupa’da bulmamız mümkün değildir. Mesela İspanya devleti,  halen bir  Katolik katedrali yapılmış olan Kurtuba Camii’ni “insanlığa hizmet için“ ibadete kapatsın ve laik bir kurum olarak müze yapsın.  Papa başta olmak üzere Katolik dünyasının nasıl öfkeyle ayağa kalktığını iyi kötü tasavvur edebilirsiniz. Öyleyse bize ne oldu da, kendi elimizle kendi camimizi kapatıp müze yapabildik? Bunun kendi irademizle yapıldığını söyleyenlere acaba Avrupa sathında şu kadar kilise varken (Stalin’in Sovyetler’ini saymıyorum, zira İkinci Dünya Savaşı’ na kadar katedralleri ateizm müzesi bile yaptığını biliyoruz) hangisi bunlardan birini laikleştirdi ve müze yaptı. Sen Piyer mi, Köln Katedrali mi? Onlar bunu yapmadıysa peki, bizim aklımıza nereden geldi bu parlak fikir”(2)

 

O halde laiklik siyaseti ekseninde bu meselenin bundan sonraki  dönemde yeniden ortaya çıkacağını, hem kılıca, hem de geleneğe bakarak yazabiliyoruz. Buradan bir siyasal ve ideolojik imkan bulması ya da, iktidarın bundan sonra daha büyük anlatılara ve daha geniş bir döneme referans vererek bir hikaye kuracağını da göebiliyoruz. Türkiyede’ki tartışmalar ve siyasal kampanyalar, daha temel bir tartışma üzerinden hazırlanacaktır. 15 Temmuz’un sembol olan paşalarının emekli edilmesi ve giderek gelişen af tartışması ile birlikte 15 Temmuz anlatısının zayıflayacağını az çok tahmin edebiliyoruz.  Özellikle CHP’nin kurultayını yaptığı bu günlerde, bu temel tartışma için siyasal, sistematik ve ideolojik bagajlarını ve kadrolarını yeniden hazırlaması ve canlı tutması gerekmektedir.

 

Bir halkın inşası ve populizm

Burada başka bir yanılgıya değinmek gerekiyor. Gene siyasal araştırmalardan çıkan bir sonuç daha halkın Ayasofya meselesini bilmediği, bu yüzden halkın gündeminin farklı olduğu yönünde ortaya çıkan düşüncedir. Bu çok eskide kalmış arkaik bir düşüncedir Kişileri ve siyasal kadroları atalete, sistemi değiştirme yönünde isteksizliğe iter. Doğru da değildir.  Halkın gündeminin Ayasofya olması için açılış gününün bir gece öncesinden, gecesinden, sabahına, Cuma hutbesi ve namazına hatta sonrasına kadar siyasal,  kültürel, psikolojik, dinsel etkileriyle bundan sonra her şeyden fazla gireceği tartışılmazdı. Zaten hesap da budur. Her şeyden önce, kaybedilmiş bir yapının yüce sembolleri altında bir geri kazanımın patolojisi, üstelik “bütün dünyaya kafa tutarak”  yapılmış olmasının “dayanılmaz hazzı” bu meseleleri hiç bilmeyen kuşaklara da dalga dalga yayacaktır.

 

Günümüz populist siyasetinin en temel gerekçelerinden birisidir. Populizm kendisine ait,  aradaki elitist katmanı, bu örnekte evrenselci aklı tamamen berhava ederek, Avrupa Birliği, Lozan vs. gibi katmanları kaldırarak batılılaşma eşiğini tamamen kapatıyor, yeni bir halkın yerli-milli bir parametre üzerinden inşası için gereken en büyük tinsel ve sembolik anlam artık hazır.  Ulaşılamayan Z kuşağı meselesini de böyle okuyun, kendine ait bir Z kuşağı ihtimalini de buradan tartışın, sağ entelijensiya’nın kapalı, müphem ve dogmatik dünyasında, yere değmeyen Ayasofya meselesi artık halkın bir meselesi haline gelmiştir.  Türkiye’de muhalefet bir duygudaşlık politikası üzerinden yeni bir düş kurgulamak zorundadır.  Hem de bu düş, kırılmış bir geleceğin umut ilkesinden çıkacak eşitlikçi bir doğadan kaynaklanmak durumundadır.

 

Bir “umut siyaseti“

Ancak Sol’unda geçmişe doğru bir düş görme hakkı olduğunu da asla unutulmamalıdır.  Toplumsal ve siyasal muhalefet kendi duygudaşlığını iki ana alan üzerinden oluşturmak durumundadır. Bunlardan birincisi bu ülkenin anti-emperyalist kurtuluş mücadelesi ve tamamlanamayan bir eşitlikçi kamusal çıkışın düşüdür. Tarihe bakarsak, bu, anti emperyalizmin, Aydınlanma değerleri ile katışmasıdır.

 

Diğeri ise yeniden bir evrenselciliğin, sınıf ayrımcılığını da ilga etmek üzere olan bir eşitlikçilik ile gelen diğer hattır. Bu iki hat birisi geçmişin diğeri de geleceğin düşünü bu kez harmanlamak durumundadır. Eşitlikçi bir konumlanma adına şimdiden ideolojik ve teorik çalışmaya girmenin hazırlıklarının yapıldığı,  ikisinin bir işlev ve rol tanımı yapacakları, görevleri paylaşacakları bir orta vadeli program hazırlığından bahsediyorum. Bu bir tarihsel görev bölümüdür.  Bir yandan günümüzün büyük küresel eşitsizliklerine karşı evrensel bir konumlanma ile oluşacak bir program, diğer yandan bu ülkenin kendi duygu ve hakiki değer bütününe yer veren bir bağımsız, vatansever, yurttaş duygudaşlığı, elbette barış içinde bir duygular siyaseti olacaktır.

 

Son söz

Kılıç metaforuna bir kez daha dönmek istiyorum. Elbette ki bu bir metafordur. Ancak biraz da psikanalizin alanına girerek yapılacak bir yorumlama ile; kılıç asla bu ülkenin bağımsızlığını yürüten kadrolardan olamamayan bir geleneğin devamının kapatamayacağı bir boşlukta duruyor. Çünkü o zaman tamamlanamamış büyük duygudaşlık orada değil.  Oysa, bugün bastırılmış olsa da, evrensel akıl ile yeni bir ülkenin bağımsızlığı her zaman yanyanadır.  Bu  büyük geleceğin düşünü şimdiden görmenin zamanı değil mi?

 

Çok mu zordur? Geç kalmış mıyız?

 

Asla …

 

İskender Özturanlı

(1)  http://www.toplumcudusunce.com/duygulara-dayanan-bir-siyaset-arayisi-gerekiyor/

(2) Osman Yüksel Serdengeçti; Ayasofya Davası, Ayasofya’nın Hakiki ve Hukuki Durumu; Derin Tarih Kültür Yayınları, Aralık 2013.